Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
Yazar
Dindar kesimin önde gelen yazarlarından. Aslında felsefe eğitimi almış bir sosyolog. Doktora tezi olan moda ve zihniyet ilişkisi kitabı aradan geçen uzun yıllara rağmen pek çok araştırmaya kaynak teşkil ediyor. Başörtüsü meselesine bakışı ve toplumsal olaylara yorumları ile her çevrenin görüşüne önem verdiği referans kabul ettiği bir yazar. Yeni Şafak gazetesinde 12 yıldır köşe yazıyor. Şu ana kadar aralarında iki roman ve hikaye kitaplarının da bulunduğu 18 kitabı yayınlandı. Türkiye'de ki kadın modernleşmesi araştırma konularının arasında yer alıyor. O dönemin öncü kadınlarından Fatma Aliye üzerine yazdığı roman Türkiye'de kadın tarihinin önemli ipuçlarını veriyor. Türkiye'de toplumsal değişmenin dinamikleri, kutuplaşma üzerine özgün yorumları ile dikkat çeken Fatma Karabıyık başörtülü olmasından dolayı islamcı ya da muhazakar olarak tanımlanmaya da itiraz ediyor. Her türlü tanımlamayı azaltma olarak yorumladığı için bütün tanımlamalara karşıyım diyen Barbarasoğlu dünyadaki kadın sorunlarını 21. Yüzyıla yaptığı projeksiyon ile yorumluyor. "Bugün kadınların yaşlanma hakları ellerinden alındı", "Türkiye'de kadınların dindar olma hakları yok" yorumları da kadın sorunlarına yaklaşımı bildik yaklaşıklarım dışında analizler içeriyor.
Kadın modernleşmesini anlamak için en azından yayımızı 200 yıl evvelden başlatmamız gerekiyor. Osmanlı kendi kimliği ile ilgili kimlik sorununu 1699’da başlattı. 1699 Osmanlı’nın antlaşmayla toprak kaybettiği bir yıldı ve “Neden toprak kaybediyoruz?” sorusunu hem asker, hem de ulema kendisine sormaya başladı. Batı topraklarına toprak katarken, Osmanlı kaybediyordu. Bunun için ilk defa Mehmet Çelebi Paris’e gönderildi ve ilk defa Batılı kimlik ciddiye alınarak onlarda olanlar, bizde olmayanlar tespit edildi. Bu açıdan Paris seyahatnamesi enteresandır. Onlarda olan neydi? Onlarda olan, kadınların sosyal hayatta olmasıydı. Aksine Osmanlı imparatorluğunda kadınlar evlerindeydi. Dolayısıyla aydınlar, kadınların sosyal hayata girmesini imparatorluğun istikbali açısından önemsediler. Kullandıkları metafor, “Tek ayakla yürünmez.” metaforuydu. Hâlbuki biz tek ayakla yürümeye çalışıyoruz. İki ayak üzerinde durmamız için kadının sosyal hayatta yer bulması gerekiyor. Sosyal hayatta yer bulması için de, kadınların eğitilmesi fikrine öncelik verildi. Ancak iyi eğitim görmüş anneler çocuklarını iyi yetiştirebilirlerdi. Bu açıdan dönemin akımlarına baktığımızda şu üçüyle karşılaşıyoruz: Batıcılar, İslâmcılar ve Türkçüler. Batıcılar ve Türkçüler kadınların eğitilmesi konusunda hemfikir. Kadınların eğitilmesi gerektiğini söylüyorlar. Bununla ilgili olarak da üst menşein, İslâmcıların tavrı farklıydı. Gerçi bugünden baktığımız zaman aslında gerici bir tavır gibi görülür İslâmcıların tavrı ama ben gerici olmadığını düşünüyorum. Meselâ Musa Kâzım der ki, erkekler için bile üst eğitim gerekli değildir. Herkes yüksek eğitim görürse ara meslekleri kim icra edecek? Meseleyi bu noktadan hareketle yorumlamamız mümkün ama esasında kadınlar için önemli olan iyi eş, iyi anne olmaktır.
Cumhuriyet iyi eş iyi anne kategorisine iyi vatandaş olmayı ekledi…
Cumhuriyetle birlikte bunlara iyi vatandaş olma kategorisi eklendi. Modernleşmeyi sağlamak için şöyle bir üçlü ayak söz konusu: Birincisi Batı’da olup da bizde olmayan şey, yani anayasal devlet sürecine geçmemiz gerekiyor. Bununla ilgili hukukî düzenlemeler yapıldı. İkincisi, iktidara ortak bir elit tabakanın yetiştirilmesi gerekiyor. Bunun için, özellikle yurtdışına aydınlar gönderildi ve bugünde gazeteci kimliği, iktidara ortak bir gazeteci kimliği yetiştirilmesi öncelendi. Bugün de etkisini gördüğümüz esasında iktidarı zaman zaman zorlayan gazeteci kimliğinin tohumları Tanzimat döneminden itibaren ortaya atılmış bir süreçtir. Üçüncüsü de, kadınların eğitilmesi. Diğer taraftan zihniyet açısından da üç eşitsizliğin ortadan kaldırılması önceleniyordu. Nedir bunlar? Hür-köle ayırımı. Tanzimat’tan sonra kölelik kaldırıldı. Gayrimüslimlerle, Müslimler arasındaki gerilimi eşitlemek üzere aralarındaki fark ortadan kaldırıldı. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik düzenlemeler yapıldı. Kadınlara miras hakkı verilmesi konusu ortaya çıktı. Eğitimle ilgili bu tip hareketler başlayıp üst ve orta sınıf kızlar okullara gönderilerek modernleşme sürecine katılırken, enteresan olan alt tabaka kadınlarının da savaşlar yoluyla modernleşmesidir. İngiliz ticaret antlaşmasıyla birlikte ilk defa kadınların çalışma hayatına girdiğini görüyoruz. Alt seviyedeki kadınlarla, özellikle Bursa’nın köylerinden gelen, yatılı olarak kalan ve dokuma fabrikalarında çalışan kadın işçiler, karşılaşıyoruz. Yine savaş yıllarında çok enteresan gelen başka bir şey de, çöpçü kadınların varlığı. Bu dönemde alt seviyedeki kadının modernleşmesi bir zaruret sebebiyle olmuştur. Üst sınıflardaki modernleşme ise eğitim şeklinde kendini göstermiştir. Yani üst seviyedeki kadınlar eğitim alarak modernleşme sürecine girmişlerdir. İlk kadın yazarımızın doğum tarihi 1862’dir ve bu çok çarpıcıdır. Fatma Aliye Hanım 1890’da batı dili öğrenmiş ve de konakta eğitim görmüş birisidir. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. 1890 yılında Fransızca’dan bir roman çevirmiş ve bu romanı bir kadın imzasıyla imzalamış ve bu edebî eser kamuda çok büyük tartışmalara sebep olmuştur. Bir kadın Fransızca’dan bir kitap çeviremezdi. 1890 yılında Fransızca’dan kitap çeviren Fatma Aliye Hanım, birkaç yıl sonra da Muhadarat isimli bir roman yazmış ve bu yönüyle de çarpıcı bir örnek olmuştur. 1893 yılında Chicago’da, 1901 yılında da Paris’te bir sergiye davet edilmiştir. Aydınların tartıştığı, “Sosyal hayatta kadınlar niye yok?” konusunu kadınlar kendi aralarında tartışıyorlardı. Bir taraftan, bizim Batılı kadınlardan geri kalan hiçbir tarafımız yok ve Batılı kadınların yaptığı her şeyi biz de yaparız, diyip diğer taraftan da art arda gelen savaşlardan dolayı ortaya çıkan sosyal problemlere engel olmak ve bunlarla mücadele etmek üzere, dernekler kurdular. Mesela Fatma Aliye Hanım Cemiyet-i İmdadiye derneğini kurmuştu. Hilal Ahmedî ise ilk kadın üyesiydi.
Kadınlar cumhuriyet’ten önce evlerindelerdi demek resmi tarihin empozesidir…
Cumhuriyetten önce kadınların sosyal hayatta hiçbir etkileri yoktu ve cumhuriyetle birlikte Mustafa Kemal onlara sosyal hayata girmeyi bahşetti ve onlar da bu haktan yararlandılar. Ancak bu tamamen resmî tarihe ait bir ifadedir ve de bir hatadır. Bu hata da devam ettirilmektedir. Halbuki bildiğimiz şudur: Tanzimat’tan itibaren Osmanlı kadınları sosyal hayatta var olmak için kadın dergileri çıkardılar. Yine Osmanlı kadınları uzun soluklu ve kadınlara mahsus gazete çıkardılar. Fatma Aliye Hanım da bu gazetenin başyazarlarından biriydi. Cemiyetin her kademesinde dernekler kurdular ve bu derneklerde rol aldılar. Peki, “Cumhuriyetle birlikte ne oldu?” sorusunda ise esasen bizi yanılgıya düşüren şey, cumhuriyetle birlikte birden bire kadının tanımının değişmesiydi.
Cumhuriyetin modern kadınları kendilerine bırakılan mirası reddettiler…
Daha önce kadınlar kendi aralarında, “Biz Avrupalı kadınlara benzemeli miyiz, benzememeli miyiz? Biz Müslüman kadınlar olarak muhakkak Avrupalı kadınlardan farklı olmalıyız.” tartışmalarını yaparken bir taraftan da “Ferace ve çarşaf kamusal alana uygun kıyafetler değil. Kendimize uygun kıyafetler bulmalıyız.” diye düşünüyorlardı. Ancak cumhuriyetle birlikte bu tartışmalar kesintiye uğradı ve cumhuriyetin modern kadınları onlara bırakılan mirası reddettiler. Bu da bir kopukluğa sebep oldu. Bu reddi miras 1820 harf inkılabıyla da devam ettiği için sanki biz 1923 yılında birden bire bir yerlerden gelmiş, bir gezegenden Türkiye’ye indirilmiş bir kadın tipi gibi algılamaya başladık modern kadınları. Hâlbuki modern kadın tipinin asıl ve ilk örneği 1862 doğumlu Fatma Aliye Hanım’dır.
Tanımlanmayı kabul etmek azalmayı kabul etmektir.
Tanımlanmalara itirazım var. Çünkü tanımlanmayı kabul etmek ve bir tanımla var olmaya çalışmak demek, azalmayı kabul etmek demektir. Biz bugün Batılı kadını ne kadar tanımlayabiliyoruz ya da biz Batılı kadını tanımlamaya çalışmadığımız halde, tam da Büyük Orta Doğu projelerinin eşiğinde neden Müslüman kadınlar yeniden tanımlanmaya başlanıyor ve neden özgürlük getirilmesi iddiasıyla Müslüman kadınlar üzerinden savaş ilan ediliyor yine Müslüman kadınlara. Bunu düşünmek zorundayız. Esasında yayımızı 200 yıl geriye çekelim dememin sebebi de bu. Çünkü daha önce Osmanlı kadınlarının peçeleri sorun teşkil ediyordu ve Batılı gözlemciler, oryantalistle, yüzü açık ama başörtülü kadınları modern kabul ediyorlardı. Tamam, Osmanlı kadınları peçeden vazgeçtiler. Bugün Türkiye’de çok az insan peçe takıyor. Ama bugün yine ‘başörtüsü’ sorun oluyor. Demek ki başlangıçta biz 1699 yenilgisinden itibaren “Batı’da var bizde yok.” tespitini yaparken yeniden bir eşitlenme sürecine girdik. Bizde olan nedir ‘başörtüsü’. Ama onu terk ettiğimiz anda kendimize esasında şunu sormalıyız: Kimliğimizi ontolojik olarak sergilememizi sağlayan şeyleri kiminle eşitlenmek, kimin tanımına uymak üzere terk edeceğiz? Dolayısıyla tanımlanmayı reddediyorum.
Türkiye’de kadınların dindar olma hakları yok…
İslâm ülkeleri dediğimiz zaman, “Hangi İslâm ülkeleri?” diye bir soru sormamız gerekiyor. Yemen’deki hukuk ile Türkiye Cumhuriyeti’ndeki hukuk çok farklı. Bu anlamda Türkiye’deki hukuk son derece Batılı bir hukuk. Dolayısıyla bunun üzerinden tekrar Batılılarla mukayese etmemizi engelleyecek tek şey Türkiye’de kadınların dindar olma haklarının olmaması. Ama Yemen’deki kadın için Sudan’daki kadın için Afrika tecrübesini İslâm ile beraber görmeye başladığımız zaman zaafa uğruyoruz. “Oradaki ne kadar Müslüman, ne kadar Afrika geleneklerini sürdürüyor?” sorusunu sormamız gerekiyor. Tabii ki buradan baktığımız zaman toplumda İslâm hukuku adı altında kadınların, özellikle miras konusunda, haklarının gasp edildiğini görmezden gelmemiz mümkün değil. Ama Türkiye’de bunu söyleyebilir miyiz? Zaten Türkiye’de medeni hukuk geçerli. Türkiye’de kadınla ilgili bizim en önemli sorunlarımızdan biri töre cinayetleridir. Bunun da arka planında tamamen farklı şeyler olduğu kanaatindeyim. Medyanın yansıttığı dilin dışında bir problem olduğu kanaatindeyim. İkincisi ise Türkiye’deki kadınların dindar olma hakkının olmaması. Hâlbuki Batı’da kadınların, daha Hıristiyan olma hakkının elinden alınmasından bahsedebilir miyiz? Böyle bir şeyden bahsedemiyoruz. Neden? Çünkü daha seküler bir kimlik söz konusu kamusal alanda. Hıristiyanlar için seküler kimlik problem oluşturuyordur, oluşturmuyordur bu başka ama Türkiye için kadınların dindar kimliğinin seküler kimliği yaralayıcı olduğu üzerinden tartışmalar esasında bizim en hassas noktamız. En yumuşak karnımız diye düşünüyorum.
Kadınların birinci derecede sorunu modernleşmenin getirdiği sorunlardır…
Dairemizi iki şekilde çizmemiz gerekiyor. Dünyada kadınlarının birinci sıradaki sorunu modernleşmenin getirdiği sorunlardır. Bu Türkiye’deki kadınlar için de söz konusudur. İşte feministlerin çokça dile getirdiği eşit ücret alamamak, çocuklarını yetiştirirken çok fazla sorunla karşılaşmak, kadınların yükünün daha ağır olması gibi sorunlar büyük dairenin içindeki küresel ölçeğe ait sorunlardır ve bunların karşılığı Türkiye’de de var. Ama Türkiye’deki kadınların diğer ülkelerdekilerden farklı olan sorunları başörtülü kızların eğitim hakkı ve Güney Doğu’daki hayatlar üzerinden medyada yerini bulan töre cinayetleri.
Eşitlik değil adalet kavramını önemsiyorum…
Kadın-erkek eşitliği yönünden baktığımız zaman ister istemez feminist bakış açısının yaptırımlarını kullanmak zorunda kalıyoruz. Ben olaylara kadın-erkek ilişkisi açısından bakmıyorum. Yani olayları çözümlemek için kullandığım kelimeler kadın, erkek kelimeleri değil. Olayları analiz etmek için kullandığım kavram ‘adalet’ kavramıdır. Çünkü Türk toplumuna, özellikle Müslüman Türkiye’ye ruh veren kavram ‘adalettir’. Adalet kavramı gerçek yerini aldığı zaman kadın-erkek arasındaki gerilim de azalacaktır. Dolayısıyla ‘eşitlik’ kelimesinden ziyade ‘adalet’ kelimesini kullanmayı tercih ettiğimi söyleyebilirim. Kadın sorununa cinsiyet merkezli bakmıyorum, bizde şöyle bir şey var: Hakim kültür olarak, sanki bütün olaylara ve kadın-erkek ilişkisine cinsiyetçi bir bakış açısıyla bakmak zorundayız. Feminist bakış açısını kullanmak zorundayız. Fakat feminist bakış açısını kullanmadığımız zaman, ki ben bunu çok reddetmiyorum, tekabül ettiği bir alan olduğunu görüyorum. Ama benim üst kimliğim feminist olmadığı için olaylara da kadın-erkek ilişkisi açısından bakmıyorum. Olaylara insanî açıdan bakıyorum, çünkü kadın-erkek eşitliği açısından baktığım zaman nihaî nokta olarak beyaz kadının sorunlarını içselleştirmiş ve ona çözüm bulma noktasında bir şeyler yapıyor şeklinde buluyoruz kendimizi. Fakat diğer taraftan önemli olan nokta şudur ki 1890’lı yıllarda kadın meselesini konuşmaktan çekinmeyen Osmanlı elitinin karşısında bugün özellikle muhafazakâr kimlikli çevrelerin, küçük hikâyeleri konuşmaktan korkar bir yapısının olduğu dikkatimi çekiyor. Büyük hikâyeleri konuşurken pek problem yok. Peki, nedir büyük hikâye? Amerika, İran’a müdahale edecek mi, etmeyecek mi? Irak savaşında neler oluyor? Meclisten tezkere geçsin mi geçmesin mi? Büyük hikâye konusunda hemen hemen herkes hemfikir. Bunu konuşmaktan da çekinmiyoruz ama esasında bunu konuştuğumuz zaman da bu büyük hikâyeyle etkileyecek kadar alanımız yok. Hâlbuki küçük hikâyeyi konuştuğumuzda tam da inşa edebileceğimiz bir alan var iken küçük hikâyeyi konuşamıyoruz. Özellikle muhafazakâr erkeklerin küçük hikâyeler konusunda aile merkezli bakış açısı konusunda siyasi olarak aynı paydada toplayabileceğimiz tutumların küçük hikâyeler söz konusu olduğunda çok dağınık olduğunu kendileriyle de bu noktada yüzleşmediklerini düşünüyorum.
Dindar erkekler dindar kadınları daha fazla eziyor…
Başörtülü dindar kadınların, devlet tarafından daha fazla ezilmediğini söylemek mümkün değil. Bunu herkes aşağı yukarı görebiliyor. Başından geçsin ya da geçmesin. Dindar erkeklerin, dindar kadınları daha fazla ezdiğini düşünmüyorum. Sadece burada ezilmeyle ilgili olarak sınıfçı yaklaşımların daha analiz etmeye imkân veren bir yanı olduğunu görüyorum. Gelir seviyesi yüksek erkeklerin eşleriyle, gelir seviyesi düşük erkeklerin eşlerinin ezilme konusunda birbirlerine yaklaştığını görüyorum. Alt sınıftaki kadınlar, ekonomik açıdan mağduriyetler yaşarken, üst sınıf kadınlar güzellik ve gençlik faşizminin baskısı altında eziliyorlar. Ama güzellik faşizminin etkilerini, önümüzdeki yıllarda üst kimliğini dindar olarak koyan erkekler açısından da, göstereceğini bugün yazılmakta olanlardan çıkarmak zor değil. Kadının güzelliği her zaman önemli olmuştur ama güzelliğin iyilikten boşandırılması süreci güzelliği faşist bir yaptırım olarak ortaya çıkartan bir süreç aynı zamanda. Moderniteyle birlikte biz pek çok kavramın birbirinden boşandırılmasına tanık oluyoruz. Daha önce iyi olan güzeldir ve güzel olan iyidir. İyilik ve güzellik birbirinden ayrılmaz ikili iken ve Hadis-i Şerif’te de Peygamber Efendimiz, “Bir kadın üç şeyi için nikâh edilir.” derken, güzel ahlâka öncelik verilmesini tavsiye eder. Fakat moderniteyle birlikte siyaset ve ahlâk birbirinden boşandırıldığı gibi güzellik ve iyilik de birbirinden boşandırıldı ve post modern kültürde artık güzellik, bir tüketim sektörünün lokomotifi durumunda. Dolayısıyla faşizm haline gelmesinin sebebi ile ilgili olarak ABD’den bir örnek vermek isterim:
Amerika’da aynı suçu işleyen iki öğretmen kadından, çirkin olan cezalandırıldı, güzel olan cezalandırılmadı. Güzel olanın avukatı şöyle bir savunmada bulundu: “Bu güzelliğin hapislerde çürümesi doğru mu, bu güzelliğe yazık değil mi?” Dolayısıyla bu daha önce aslında hukukun da dönüştürülmesiyle ilişkilendirilecek bir şey. Daha önce suçun işlenmiş olması aynı suça aynı ceza önerilirken, modernleşmeyle beraber suçlunun kimliği öne çıktığı için artık suçlunun kimliğini inşa eden en önemli özellik, güzellik ve gençlik olarak da görülmeye başlandığı için güzelliğe bakış esasında kadınları bütün dünyada ortak hikâye olarak ezer. En büyük şey daima genç ve güzel kalma sürecine hapsolmalarıdır.
Biz yaşlanma hakkı elinden alınmış ilk kuşağız…
Feministlerin benim çok beğendiğim bir duruşları var. Tabi feministler bugün çok parçalandığından, bütün feministler için bunu söyleyemiyorum. Ama esasında kadınlar ezilmemek için kocakarı payesini terk etmek zorunda kaldılar. Biz belki de yaşlanma hakkını kaybetmiş ilk kuşağız. Son yaşlanma hakkına sahip olan bizim annelerimizdi. Biz artık yaşlanma hakkına sahip değiliz. Yaşlanma hakkına sahip olmamamız bizim daima genç ve güzel olacağımız anlamına gelmiyor. Yaşlanınca elde edeceğimiz iktidarın elimizden alınması anlamına da geliyor. Bütün toplumlarda özellikle Türk toplumunda hatta ataerkil tahlilleri bertaraf edecek olan, anaerkilliğe göndermede bulunacak olan kocakarı payesini yitiriyoruz, genç ve güzel olma mecburiyeti içinde. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulması da esasında bir manada bir kocakarı payesi ile alakalıdır. Hayme Ana’nın kimin tarafından olacağı, bir kocakarı olarak iktidarın kimin elinde olacağına karar verilmiştir. Çünkü geçmişin dilini bilendir kocakarı. Dolayısıyla, büyük hikâye olarak aslında bütün dünyadaki kadınların ortak sorunu genç ve güzel olma dairesinin içine hapsolmalarıdır.
Kadın özgürlüğü cinsel özgürlük olarak algılandığı için benimsenmez.
Kadın özgürlüğü kavramı Türkiye’de de maalesef kadınların cinsel özgürlüğü noktasından tartışmaya açıldığı için, normalde kadın özgürlüğünü savunacak erkek ya da kadınlar, cinsel özgürlüğü savunan fertler durumuna düşmemek için kadın haklarına karşı konumlandırdılar kendilerini. Mesela 1970’li yıllarda özellikle Devlet Radyosunda başlayan kadın programları bu konuda daha makul bir yol izlerken 1980 feminizmi ki en iyi ifadesini Duygu Asena’da bulur, kadın özgürlüğü eşittir, cinsel özgürlük olarak alındığı ve aileyi parçalayan en önemli öğelerden biri olduğu için, Türkiye’de kadın özgürlüğüne karşı böyle bir duruş var.