Ayşe Önal
Gazeteci
Ayşe Önal uluslararası ödüller almış kadın gazetecilerden birisi. Sol hareketten geliyor. Bu hareketin acılarına çelişkilerine tanık olmuş. Bir dönem cezaevinde yatmış, bir dönem de çocuk cezaevi psikologu olarak çalışmış. Gazetecilik hayatına dönemin önemli haber dergilerinden Nokta'da başlamış. Ancak muhabirlikte başarısı sıra dışı dosyaları cesur konuları ile Türkiye gündemi açısından önemli konuları manşetlere taşımış. Genel yayın yönetmenliği yaptığı sıralarda ise Nokta en çok satan haber dergisi olmuş. Üç tane uluslararası ödülü o yıllarda almış. Bunlardan en çok önemsediği ise "cesur kadın gazeteci ödülü". Muhalif konuları yazmaktan çekinmemiş, veto yemiş, yasaklı olmuş, işsiz kalmış. Şimdilerde İngiltere'de yaşıyor. Orada Türkiye'nin çelişkilerinde uzak olduğunu söylüyor. Kadın katilleri üzerine yazdığı kitap 10 dile çevrildi ve Avrupa'da büyük ilgi gördü. Gerçek öykülere dayanan bu kitap Ayşe Önal'ın 7. kitabı. Kürt sorunundan kadın sorununa birçok konuda yazan Ayşe Önal kendini hiç bir zaman feminist olarak tanımlamıyor.
Türkiye’de ki akımların kopya olduğunu düşünüyorum yani çok batı kopyacılığı. Batı da bir sorun, toplumsal bir sorun üstünde gelişmiş felsefi hareket, bizde kendi toplumsal problemlerimize hiç uyarlanmadan kopya olarak alınıyor. Batıda ki feminist hareket işte iş gücünün, kadın iş gücünün fazlalığı, kadının daha az para kazanması üzerine bir hareketti. Türkiye’de böyle bir sorun yok ki, ne Osmanlı döneminde ne de daha sonra ki yani Cumhuriyet döneminde daima kadının ekonomik güvencesi erkek tarafından sağlanır. Batı da sadakat ve ekonomi iki alan olarak bakıldığında, adam karısını aldatırsa parasını da vermez ve gider. Türkiye’de öyle bir şey yok, Türkiye’de adam karısını aldatırsa ya da üzerine herhangi bir nikahla yani adını koyamıyorum. Bir ortak eş daha getirirse de bakar. Yani adam geleneksel olarak ona bakmakla yükümlüdür.
Batıda bu olmadığı için kadın kocasını kaybettiği zaman ekonomik hayatını da kaybediyor. Türkiye’de öyle bir şey yok. Türkiye’de para kadının kontrolü altındadır. Osmanlı döneminde de, şimdide. Dolayısıyla, he ama hangi Türkiye’de bu böyledir, belki ona bakmak lazım. Ya ben Türkiye’de küçük şehir kökenli grupta problemin batıda ki kadın problemine eşit olduğunu düşünüyorum. Çok yakın olduğunu çünkü zaten batı modeli bir hayat var. Ama kırsal alanda ya da geleneksel toplumda, batıyla hiçbir alakası yok kadın sorununun. Bambaşka bir sorun. Evet, şiddet var, batıda da şiddet var. Batıda şiddet olunca adam onun ekonomik hayatını dahi güvence altına almıyor. Çekip gidiyor ve dövüyor gidiyor.
Kopyacı eğilimlere ilgi duymadım…
Türkiye’de öyle değil ki, dövdü mü hastaneye de götürür. Dolayısıyla bir soruna çare aradığınız zaman toplumsal sorunun kendi geleneksel, kültürel, dini, tarihi ve siyasi özelliklerini bir arada anlamak lazım. Bu nedenle ben kopyacı eğilimlere hiç ilgi duymadım. Bu sadece feminizm de olmadı yani liberal olarak da, ben bir liberal olarak Türkiye’yle batı arasında ki sorunları çok farklı yorumluyorum. Ha cevapları ve toplumun adil, daha hakkaniyetli bir yere ulaşmasının cevapları, batının geldiği sosyal refah .. olabilir ama oraya gidecek yolda kullanacağımız anahtarların bence bize özgü olması lazım.
Sol kesimden gelen kadınlar kendi acılarını feminist hareket içinde yoğurdular…
Bence 80 sonrası feminist harekete katılan, sol tecrübeden gelmiş olan kadın arkadaşlarımız aslında kendi acılarını feminist hareket içerisinde yoğurdular. Aslında onların tanıdıkları bir geleneksel Türk aile hayatında ki sıkıntılar yoktu. Onlar kendileri batıda ki 68 hareketi başlayan hareketleri Türkiye versiyonu çok ezildiler. Ya hiçbir zaman özgür olmadılar, hiçbir zaman kendilerini ifade etmediler. Daima erkek şefler vardı, daima erkek yönetimi altındaydılar. Çok büyük kısmı otoriteye karşı, devlet otoritesi ondan daha güçlü otorite düşünülemez, otoriteye karşı inanılmaz bir mücadele hatta canını kaybetmek pahasına mücadele verirken çok daha küçüğü, örgüt otoritesine daima boyun eğdi bu. Hatta bu sol kendi siyasi ahlakını yaratmadığı için 80’den sonra küçük burjuva siyasi hareketi bu alandan çekilip, gecekondu gençliğine teslim ettiği zaman bence çok ağır şeyler yaşandı.
Sol kendi siyasi ahlakını yaratamadı…
Küçük burjuva hareketi sol siyasi alandan geri çekilip bu alanı tamamen gecekondu gençliğine teslim ettiği zaman, zaten kendisinin de imar edemediği bir siyasi ahlak kuramama sorunu vardı. Bu alanı onlara teslim ettiği zaman o kadar iş ileriye gitti ki kadınlar tamamen örgüt şeflerinin emriyle tırnak içinde sol adına, ben asla kendimi sol olarak tanımlamıyorum. Tırnak içinde sol adına kendi kız kardeşlerini, kendi yakın kız arkadaşlarını öldürdüler. Yani iş oraya kadar vardı. Dolayısıyla bir dehşet, bir kaosun hareketi olarak doğdu belki feminizm, bütün bunların reaksiyonu. Hiçbir zaman itiraf etmedi, biz aslında kendi acılarımızdan bir hareket, bir eğilim yarattık. Aslında Anadolu da ki kadından çok da farklı değildik, meselesine hiç bakmadılar.
Tıpkı Kürt hareketinde bakmadığı gibi. O nedenle ben bu eğilimlere ilgi duymadım. Ben insan haklarının her alanında çünkü toplumda bir hakla ilgilenmeye başladığınız zaman, en aşağıdakinin haklarıyla ilgilenirseniz, kalan herkesin haklarını zaten sağlamış olursunuz. Yani tıpkı şehir gibidir, bir şehri sakatlara göre yaparsanız herkes için kolaylaştırılmış, herkes için kolay bir şehir yapmış olursunuz. İnsan hakları da böyledir, hiçbir zaman toplumun gerisinde, en altında kalan insanların haklarına bakmadık biz ve dolayısıyla sınıfsal olarak baktığımız zaman yani üniversiteyi bitirmiş, çalışan bir kadının bir kırsal alanda ki, Trabzon’lu, Karadenizli bir kadınla aynı sıkıntıyı yaşadığını var sayarak hareket ettik. Halbuki hangi Türkiye, hangi Türkiye’nin hangi kadını.
Hangi kadın sorusunu sormalıyız…
Hangi Türkiye’nin hangi kadını ortaya çıktıysa o kadın öbür kadını istemedi. Meseleleri etnik ve dini temelde kimliklendirdiğiniz zaman verdiğiniz çözümde yeni bir gerginliğe yol açıyor. Bu nedenle en alttakinden çözümü kavramaya başlarsak, yukarıdakiler içinde kolaylaştırmış oluruz. Bence doğru bulunmayan çözüm buydu.
Töre cinayeti değil namus cinayeti…
Şimdi bir kere tabi ben töre cinayeti kelimesine şiddetle karşıyım. Hani sözde Ermeni meselesi varya, onun gibi bu sözde töre cinayeti diye. Bu namus cinayetidir . Aslında bence kadın para eden bir şey çünkü ben bu çalışma sırasında gördüm ki zengin yerlere kaçmış kızlar öldürülmediği gibi, tırnak içinde prenses halindeler. Çünkü bütün aile ondan bir gelir, ömür boyu güvence bekliyor ve alıyor. Dolayısıyla işin arkasında bir kere çok ağır bir kadın yoluyla zenginleşme umudu var. Aile kadın yoluyla zenginleşecekken, milli piyango kaybetmek gibi bir şey yaşıyor. . Bence en önemli sorun bu.
Kadın bir kere erkek iki kere kurban oluyor…
İkinci sorun tabi ki erkek gözüyle görmek zorundayım çünkü kadınlar bir kere kurban oluyorlar, erkekler iki kere kurban. Namus cinayetlerinde erkek maktüllerin, ölen erkeklerin sayısı kadınların iki katı. Biz onu hiç görmüyoruz çünkü cinayeti erkeklerin işlediğini düşündüğümüz için görmüyoruz. Oysa biraz geriye bakmak lazım. 80’ler de Türkiye Cumhuriyeti çok modernleştiğini, çok batılılaştığını iddia eden bir Cumhuriyet. Buna ait bir kelime söylediğimiz zaman da derhal rejimin düşmanı haline geliyorsunuz. Tamam, dönüp bakalım, neden rejim kendi kelimesiyle bu kadar ilgilenirken, aşağıda ki halkın birbirini öldürmesi hiç ilgilenmemiştir. Neden vatandaşın birbirine karşı işlediği cinayet rejimin sonu değildir de, rejime karşı işlenmiş cinayetler rejimin büyük sorunudur.
Çünkü bu Cumhuriyet batılılaşamamıştır. Batılı olmak demek vatanı değil, vatandaşla ilgilenmek demek. Çok temel olarak böyle bir şey var. Namus cinayetleri kavramında hukuk, din ve toplumsal etik, toplumsal ahlak hiç bakmamıştır. Toplumsal ahlak nasıl bakmamıştır, nasıl bu kadar iddialı. Çünkü toplumsal ahlakı, eğer biz batılıysak, koruyacak olan, hatırlatacak olan, toplumsal vicdan oluşturacak olan medyadır. Medya pek çoğu da kadın yöneticiler dahil olmak üzere yıllardır, 2002’ye kadar AMNESTY başkanının gelişiyle bu meseleye ilgi göstermiş sonra da bunu gerçekten başkalarını da ilgilendirir hatta bir kar bir repitasyon kazanımı haline dönüştürmüştür.
Yasa din ve televizyon birlikte hareket etmezse bu sorun çözülemez…
2002’ye kadar Cumhuriyet kurulduğundan 2002’ye kadar tekrar altını çiziyorum. Kadınların öldürülmesi hiç medya açısından bir sorun olmamıştır. Toplumu rahatsız etmeden bir süre gitmiştir. Ne zaman ki batı dünyası Türkiye’de ki kadın şiddeti ilgilenmeye başlamış o zaman medyanın gündemine girmiştir. Ama burada da kullanılan çözümler feminist bir hareketin himayesine girmiştir. Bu da çözümü geciktirmiştir.
Feministler bu işi çözmez çünkü benim feminist birisi olduğumu varsayalım. Bir feminist olarak benim namus cinayetini yapan insanlar üzerinde nasıl bir etkim olabilir ki. Ben onların dinleyeceği bir kanaat önderi olamam. Kimi dinler? Hukuk, din ve eğitim ama benim kastettiğim eğitim okul eğitimi değil. Yani artık 21. yüzyılın dini haline gelmiş olan televizyon birlikte hareket etmek zorundalar. Koordineli, üçü birlikte hareket etmezse yasa, din ve televizyonla birlikte hareket etmezse meseleyi çözemezsiniz.
Sadece başı dik olarak mahallede gezmek için öldürüyorlar…
Namus cinayeti işleyen toplam 16 erkekle görüşmeye gittim. Ancak 12 tanesi ile görüşebildim. Çünkü diğer 4 erkek bir cinayet işlediğinin farkında bile değildi. Ben görüşmeye gittim, toplam görüşme süresi 5 dakikayı geçmedi. Çünkü onlar katil olduklarının bile farkında değillerdi. O kadar acıklı durum. Neden öldürüyorlar, sadece başları dik olarak mahallede gezmek için öldürüyorlar. Sadece başı dik gezmek için. Fakat işin acıklı tarafı öldürdükten sonrada başı dik gezemiyorlar. Çünkü bu kez de ekonomik olarak yoksul ailelerden geldikleri için ekonomik olarak çöküyorlar, ekonomik olarak çöktükleri için zaten ekonomik olarak çöken birisine mahallede, küçük yerlerde bir değer atfedilmediği için. En çok istedikleri şey için öldürüp, o en çok istedikleri şeyi öldürdükleri için kaybediyorlar. Müthiş bir paradoks. Çok acıklı bir paradoks.
Ben buna çift dikiş keder diyorum, tam çift dikiş hani İngilizce söyleyecek olsak hani duble keder gibi, çok acıklı. Ve hiçbir çıkışı yok. Cezaevine gittiği zaman da yapayalnız, kimsesiz, kimse tarafından ziyaret edilmeyen insanlar olarak kalıyorlar. O zaman kendilerini erkek kimliğiyle bir kere daha tanımlayıp, bir küçük grup yaratıyorlar. Benim çok ilgimi çeken şey şu oldu, yeni öldürmüş insanlarda müthiş bir öfke ve gerginlik var. Cinayetin üzerinden çok uzun yıllar geçmiş olanlarda müthiş bir pişmanlık ve acı var. Ben sizin de gördüğünüz gibi öldürdüğü kardeşinin resmini üst cebinde taşıyan ve ondan bahsederken ağlayan, ranzasının üstüne koyan insanlar gördüm.
Yeni öldüren pişman eski öldüren öfkeli
Ama o yıllarla çok ilgili, insana ilk bakışta hani yeni öldürenin pişman olduğu ve yıllar geçtikçe de eski öldürenin daha öfkeli olduğu görülüyor. Bence Türkiye bu problemi, çözerken, cinayet işledikten sonra, üstünden çok süre geçmiş insanlara eğer öldürmeselerdi sorusuyla pişmanlıklarını halka aktarabiliri. Bunu tek yapacak olan televizyon. Tabii ki televizyon deyince, din adamlarının kurtulma ihtimali yok. Din adamları da bu büyük suçun, tıpkı televizyon yöneticileri gibi ortağıdır, gazete yöneticileri gibi. Ben mesela Ertuğrul Özkök’le bu işi çok ortağı buluyorum, namus cinayetlerini. Çünkü Hürriyet 3. sayfanın önderidir Türkiye’de.
Din adamları da tıpkı Ertuğrul Özkök kadar sorumludurlar çünkü ellerinde ki o büyük gücü hiçbir zaman kadınların öldürülmesinde engellemek üzere kullanmamışlardır. Şimdi çok yeni yeni yani Hükümetin bu konuda ki duyarlılığı, AB’nin duyarlılığı, AMNESTY’nin duyarlılığı, sivil toplum kuruluşlarının duyarlılığı ile bir şey başladı. Ama bu da çok acıklı benim için, öldürülen kızların durumuna aday kızlar örgütlenmesiyle olmuyor bu iş. Yani öldürülenlerin yada öldürülme adayları isyanıyla bir toplumsal problem haline gelmiyor. Biz yukardan bakarken üzüldüğümüz için ilgileniyoruz. Onun için bir problem var ortada.