Emily Nasralah
Hıristiyan, Romancı
Emily Nasrallah Arap dünyasının en tanınmış kadın yazarlarından birisi, 75 yaşında, Lübnan’ın güneyinde yer alan Khefir adlı bir Hıristiyan köyünde doğmuş, uzun süredir Beyrut’ta yaşıyor. Aynı zamanda öğretmen, gazeteci, üniversitede hoca ve kadın hakları aktivisti olan Nasrallah’ın ilk romanı “Birds of September (Eylül’ün Kuşları) 1962’de yayınlanmış ve üç Arap edebiyat ödülü kazanmış. Daha sonra 7 roman, 4 çocuk kitabı ve 7 ayrı hikaye kitabı yazan Nasrallah kitaplarında daha çok Lübnan kırsal hayatı, Savaş ve kadınların kendilerini ifade etmelerine değiniyor. Ayrıca Arap dünyasında öncü kadınların biyografilerini topladığı 6 ciltlik “Nisaa’ Raidat” adlı eserleri de var. Savaş sırasında Beyrut’ta kalmayı ve savaş deneyimlerini yazmayı tercih eden az sayıda yazardan birisi. Emily Nasrallah’ın kitaplarına, albümlerine bakarken sanki Lübnan tarihini izliyor gibi hissettik. Hıristiyan veya Müslüman olmanın bu topraklarda yakın tarihte bir çatışmaya yol açtığına inanmak zordu onun ayrım yapmadan bütün Lübnan’ı ve Arap kültürünü kucaklayan anlatımını dinlerken.
Başkentten uzak kırsal kesimdeki bir köyde küçük bir kızdım. Benim zamanımda kızlar için bir tek okul vardı ve ilkokul üçüncü sınıfa kadardı. Bu yüzden üçüncü sınıfı pek çok defa okudum. Her sene tekrar gidiyordum çünkü evde oturamayacak kadar küçüktüm. Arapça’da dedikleri gibi kaderimi bekliyordum. Bu arada kendi kendime “Tahsilime burada son vermeyeceğim” diyordum.
Ve ben köyden ayrılmadan önce erkek kardeşimin seçilip gönderilmesi dikkatimi çekmişti. Benden küçüktü ama nihayetinde erkek çocuktu ve benim gitmeme izin verilmezken köyden çıkıp eğitimini tamamlama imkanı ona verildi. Ama ben isyan ettim ve başka bir yol olmalı dedim. Neden kızlar oğlanlarla, erkek kardeşleriyle aynı imkanlara sahip olamıyor? Kadınlara eğitim hakkı ve imkanı verilmelidir. Yüksek tahsil istiyor mu istemiyor mu ona bir şans verin. Amerika’da bir amcam vardı. Göçmendi ama hali vakti yerindeydi. Ona mektup yazıp köyün dışında bir yatılı okula gidip eğitimimi tamamlamam için bana yardım edip edemeyeceğini sordum. Ve yardım etti böylece yüksek tahsil imkânı buldum.
Emsallerim arasında köyün dışında öğrenim imkanı bulan tek ben oldum.
Köydeki emsallerim arasında köyün dışına çıkıp öğrenim imkânına kavuşan tek kişi bendim. Oğlanlar giderdi ama kızlar değil.Liseden sonra da “bu da yeterli değil üniversiteye gitmeliyim” dedim. Buraya Beyrut’a geldim. Çalışacak bir iş ve kalacak yer aramaya başladım. En iyi yer bir yatılı okul idi. Böylelikle kendime yarım mesai çalışabileceğim, kalabileceğim ve üniversiteye gidebileceğim bir yer bulmuş oldum. Bu dönemde tercüme ve yazı gibi pek çok iş yaptım. İşe önce bir kadın dergisinde başladım. Onlara hikâye tercüme ediyordum. Üniversitedeki ilk yılımın sonlarına doğru haftalık yayınlanan önemli bir dergide çalışmaya başladım, ve bu tam on beş sene sürdü.
Kendini yeniden inşaa eden kadınları yazdım…
Gazetecilik benim için her anlamda çok avantajlıydı, çünkü tam mesai yapmak zorunda değilsiniz. Kendini gerçekleştirmek için mücadele eden kadınları çok takdir ederim. Bu yüzden kurmaca olmayan bir eser yazmaya karar verdim. “öncü kadınlar” dediğim, benimle aynı tecrübeye sahip, ama daha eskilerden, Lübnanlı veya Arap veya dünyanın herhangi bir yerinden, nereden bir kadının hikayesini bulursam yazdım. Sonuç olarak bu altı ciltlik eser çıktı ortaya. Bu eserimin benden Arap kadın okurlara bir mesaj olmasını istedim. Kadınların ülkelerinde veya bu dünyada kendilerine bir yer edinebilmek için ne kadar mücadele etmek ve çalışmak zorunda kaldığını görmeleri için.
Bu akademik bir çalışma değildir. Arapçada denildiği gibi kendilerini bir bakıma inşa etmiş kadınları seçtim mesela bir Rose al-Yusouf. Kendisi Mısır’da bir dergi ve gazetenin kurucusudur. Lübnan’dan gitmişti ve bir aktris olarak sahnedeki öncü kadınlardan biridir. “Ben kendimi kendimden yarattım” dedi gururla. Aslında ben kahraman kadınlarımı böyle seçtim ve 15 yıllık gazetecilik hayatımda yazarken fark ettim ki benim yerim öğretmenlik değil yazıdaydı. Bir taraftan öğretmenlik yapıp bir taraftan yazmaya devam edemezdim. Böylece yazarlıkta karar kıldım. Gazeteciliği bıraktım ve ilk kurgusal öykülerimi yazmaya başladım… 1962’de ilk romanım Eylül Kuşlarını yayınladım. Arap ve diğer okurlarca da iyi bilinen bir eserdir. Mesela Almancaya, Fransızcaya tercüme edildi ama bir doktora tezi için. Şimdilerde ise İspanyolca’ya tercüme edildi.
Savaş; yaşlıları anneler ve babaları da göçmen yaptı…
Esasen romanlarımda işlediğim 3 ana tema vardır ve bütün yazılarım benim tecrübelerimden benim hayatımdan ilham alır. En çok vurguladığım tema göçmenliktir. Eylül Kuşlarında, çocukları gittikten sonra köyde arkada kalan insanlar hakkında yazdım. Onlar bir havadis bir mektup bazen eğer başarabilirlerse çocuklarının dönüşünü beklerler. Bu sahne benim için çok dokunaklı idi.
Yirmi yıl sonra savaş başladığında gördük ki artık göç eden sadece gençler değil yaşlılar, anne babalar anneanne ve dedelerdi de. Çünkü bu yaşlıca insanların göçü savaşın kıyımları ve tehlikesinden kaçmak içindi. Ve yıllar önce göç eden çocuklar kendileri gelemeyeceği için anne babalarını yanlarına çağırdılar.
Bunun üzerine bir kitap daha yazdım. Ailemde yaşanan bir göç hikâyesi üstüne. Kanada’ya göç eden 70 yaşlarında bir adam ve karısı. Gittikleri ülkenin dilini kültürünü hiçbir şeyini bilmemektedirler. Güney Lübnan’da sıcak küçük bir köyden geliyorlar. O sıcak küçük köyden Kanada’ya… Ve Kanada’ya vardığında çocuklarına sorduğu en önemli soru şu olur; neden çocuklarınız Arapça bilmiyor neden çocuklarınız Arapça konuşmuyor? Düşünün ki onlar onun torunlarıdır ve toplumumuzda dede ile torun ilişkisi çok sıcak ve yakındır. Dolayısıyla bu onun için çok büyük bir sok olur. Çocukları bu soruyu ele alır ve bunu müzakere etmeye başlarlar. Neden biz çocuklarımıza kendi dilimizi öğretmiyoruz diye.
Aslında bu sadece bir dil sorunu değildir bu bir yabancılaşma sorunudur. Kendini orda yabancı hisseder ve çocuklarının da orda yaşadığını ve dönmeye niyetleri olmadığını da hisseder. Dolayısıyla bu romanın kahramanı Rıdvan Abu Yusuf’un yabancı bir ülke yabancı bir kültür yabancı bir dil ve daha da önemlisi kendi çocukları ve torunlarıyla karsılaşmasının hikâyesidir. Bu anlamda kitap Lübnanlı göçmenlerin yahut savaşta Lübnan’ın halini yansıtmaktadır. Çok ilgi gördü ve pek çok dile tercüme edildi; İngilizceye Danca’ya ve tabi ki Almancaya ,Almancaya tercüme edilmiş dört kitabım var.
Kadınlar göç ile sert kısıtlayıcı geleneklerini de taşıdılar…
Benim hikayelerim bu konu etrafında döner dolaşır. Romanlarım hikayelerimde göç teması üzerine yazmaya devam ettim, göçle birlikte kadınların yaşadığı sorunlar da hikayelerime dahil oldu… Köydeki kadınlarımız geleneklerini yeni toplumlarında da sürdürürler. Kendileri ile birlikte bütün o kısıtlayıcı, sert gelenekleri de taşırlar. Bunun hakkında da hikayeler yazdım.
Hikayedeki kadın yüzyıl baslarında bu adamla evlenir ve adam onu alı götürür orda bir eş çocuklarının annesi olarak yaşar ama dışarı çıkma ve kendi olma serbestisi asla olmaz. Ben Kanada’dayken bu kadın öldü ve cenazesine katılma imkanı buldum. Uzak bir akrabamızdı. Torunlardan bir tanesi diyordu ki “Biliyor musunuz kocası öldükten sonra bizimle bir hafta geçirmek üzere bize gelmek için evden çıkmasını istemiştim. “Olur ama dedenin mezarının önünden geçip ondan izin almam gerek” dediğinde inanamadım. Bu bana bir tür ifşaat idi. Düşünün ki adam ölümünden sonra bile kadını bu sıkılıkta kısıtlıyor.