Halime Güner
Uçan Süpürge Derneği Başkanı
Halime Güner, Türkiye' deki öncü feminist kuruluşlardan birisinin Uçan Süpürge'nin başkanı. Uçan süpürge cadılara atıfta bulunan bir metaforla kurulmuş. Feminist olmayan kesimlerle de ortak çalışmalar yapabilecek kapasitede, feminist olmayan kadınların sorunlarına uzak ve mesafeli durmuyor. Bu anlamda kadın örgütleri içinde her kesim ile diyaloğu ile öne çıkıyor. Kadın çalışmalarını amatörlükten çıkartıp profesyonel bir çerçevede yürütüyor. Bu nedenle zaman zaman eleştiriliyor. Hem uluslararası alanda hem de kadın hareketi içinde saygın bir örgüt olan Uçan Süpürge'nin başkaenı Halime Güner Türkiye'deki feminist hareketi tarihi süreç içinde değerlendiriyor.
Şu anda Uçan Süpürge’nin genel koordinatörlüğünü yapıyorum. Ancak kadın hareketiyle olan başlangıçlar çok uzun yıllara dayanıyor. 1975’te Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Yılı ilân ettiğinde İlerici Kadınlar Derneği’nin kuruluş aşaması başladı. İzmir’de, bu kuruluş aşamasının içinde bulunan kadınlardan birsiyim. Daha sonra kadına yönelik şiddet, Ankara’da Kadın Dayanışma Vakfının daha önceki merkezinde, Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığına bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünde çalıştım. Buradaki çalışmalarım sonucunda burada gördüğüm bir anlayış vardı. Kadınlar aslında çok şey yapıyorlar ama aralarında iletişim olmadığı için hem zaman kaybı hem tekrarlar yaşanıyor. Bunun önlenebilmesi için bir sivil toplum örgütü kurulabilir mi ve bunu kuranlardan biri olabilir miyim, dedim. Kadın hareketinin birikimlerinin farkında olarak yola çıktık ve böylece uçan süpürgeyi kurduk. Uçan süpürge 10 yaşında. Kadın örgütleri arasında iletişimin, işbirliğinin, dayanışmanın artmasına yönelik çalışmalar yapıyor. Kurulduğundan beri de yaptığı çalışma, vizyonuna çok uygun bir çalışma.
Feminist olmak bir eksiklik olarak algılanıyor…
Kendimi feminist olarak tanımlıyorum. Ancak 1975’lerde kadın hareketine girdiğimiz zaman feminist olarak tanımlamıyordum. Toplumsal olayların içinden çevreme bakmak hatta yakın çevremin içersinde de kadın erkek eşitsizliğinin farkına vararak bu konuda yapılan bir mücadelenin toplumsal hareketi bölebileceği üzerine eleştiriler aldığımız bir süreç yaşadık. Bu anlamda o dönemlerde feminist olarak tanımlamamıştım. Ancak 1980’lerde İstanbul’da başlayan, özellikle kadınlar arasında yapılan toplantılarda, kurultaylarda iletişimin nasıl etkileşim getirdiğini ve nasıl etkilendiğimi gördüm. Çünkü bedenimiz bizimdir, ben de bir değerim demenin hiç de bölücü ifadeler olmadığını; tam tersi bu noktadan daha sağlıklı bir anlayış getirebildiğimi gördüm.
Feminist hareketi kadın erkek eşitsizliğini fark edip, bunu ortadan kaldırmak için yapılan mücadele olarak tanımlıyorum. Bu mücadelede çok insanın el vermesi gerekiyor. Zamanında feminist olduğumuz için bu konuda ciddî olarak sıkıntılar yaşadık. Basından gelen arkadaşların da yaklaşımları böyle maalesef. Feminist olmak farklılık ama bedensel eksiklik, ruhsal eksiklik gibi algılandı. Onun için belirli bir dönem çok sancılı, fedakârlıklar yapılarak yaşandı, hâlen aynı şeyler yaşanıyor.
Kadın örgütleri arasında bağ kurmaya çalışıyoruz.
Biz Uçan Süpürge olarak, kadın örgütleri arasında bağ kurmak için yola çıkmıştık. Burada kadın örgütlerinde çok somut olarak bir şey gördük: Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Türkiye’de kurulan kadın örgütlerinin % 90’ı 1990 sonrasında kurulmuş. Yani 1990 sonrası Türkiye’de kadın örgütlerinin sayısı çok fazla artmış. Prof. Yıldız Ecevit’in Uçan Süpürge’de yaptığı veri tabanı ile ilgili önemli bir çalışma var. Bundan çıkan birinci sonuç bu. İkincisi Türkiye’de kadın örgütleri sadece İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde değil; her şehirde beldelere kadar yayılmış. Yayılmanın ötesinden sadece kadın haklarıyla ilgilenen bir kurum olmaktan da çıkmış. Girişimci kadınlar, çevreyle ilgili, yaşamla ilgili farklı alanları keşfetmişler. Üçüncü adım da, kadın örgütleri sadece kadın haklarıyla ilgilenen örgütler olmaktan çıkıp, toplumsal olaylara karşı daha duyarlı olan bir pozisyona gelmiştir. Demokrasinin yerleşmesi ve güçlenmesi konusunda önemli aktörler rolünü üstlendik. Şimdi bu saptamalara baktığınız zaman Türkiye’de özellikle 1980 sonrası feminist hareketin kat ettiği yolla önemli adımlar atıldı. Kadınlar kendilerini tanıdılar, birey olmayı, değer olmayı kendileri için de yaşamın önemli olduğunu, bunun başka kadınlara da aktarılacağını öğrendiler. Yaşadıklarımız sadece bize ait olmadığını başka kadınların da yaşadıkları benzer sorunlar olduğunu gördük. Bu ortak sorunları konuşmak tartışmak, tartıştıktan sonra bunu görünür kılmak, görünür kıldıktan sonra örgütlenmek, örgütlendikten sonra çözüm bulmak basamak basamak yerine getirdiğimiz konulardır.
Kadınlara haklar verildi sözü kadın mücadelesini görmemektir.
Feminist bir kadın olarak “1930’larda kadınlara bu haklar verildi.” sözüne itiraz ediyoruz. Çünkü kadın hareketinde var olmuş birisi olarak kendi özel alanımda bunun somut örneklerini yaşamış birisiyim. Tarihi erkekler yazıyor. Kadınlar bu tarihten kopuk olmadılar; dünyanın hiçbir yerinde kopuk olmadılar. Ancak suyun üzerine yazı yazan bir kesim olduğumuz için, bize ifade etmek yerine idare etmek öğretildiği için ifadeleri hep başkaları yaptı. Bu nedenle seçme seçilme hakları konusunda o dönemde kadın örgütlerinin ciddî mücadeleleri olduğunu görüyorum.
Feminist hareket sol hareket içindeki konumumuzu sorgulamamız ile ortaya çıktı…
Feminist hareketin içine nasıl girdiğimi soruyorsunuz. Ülkemizde 1980’lerde antidemokratik uygulamalar yaşandı. 12 Eylül dönemini hatırlarız. 12 Eylül döneminde elimizden sendikalar, siyasi dernekler, her şey alındı. Bu süreç içinde, daha önce kadın erkek el ele dediğimiz bir savaşın içindeyken bunu çok fark etmiyorduk, özel alanımızı sorgulamamıştık. Şimdi özel alanımız 80 sonrasında bize kaldı ve düşünen kadınlar düşünmeye devam etti. Düşünen kadınlar o dönem içerisinde özel alanlarını sorguladılar. Biz daha âdil, daha eşit, sömürüsüz, savaşsız bir dünya olacağını düşündüğümüz için mücadele ettik. Ama 80 sonarsında özel alanımıza baktığımızda hocalarımızın, eşlerimizin, ağabeylerimizin, bize bunları öğreten kişilerin bize ne kadar eşit davranmadıklarını gördük. O zaman dur, dedik. Burada bize anlatılanlarla yaşadıklarımız arasında bir fark var.
Feminizm bir anlamda, bizimle o dönemde buluşan dünya görüşüydü. İyi ki buluştuk, iyi ki feminizm vardı.
Kadın ajandasının öncülüğünü yapmak istiyoruz…
Türkiye’de çok il geziyoruz. Uçan Süpürge 81 ilde çalışma yapıyor, hatta şimdi ilçeleri de dolaşmaya başladık. Bu süreçte gördük ki kadın erkek eşitsizliğine karşı mücadele çok yaygınlaşmış. Bunların çeşitli tanımları var. Ben asla feminist değilim, diye başlayan kadından, feminizme çok karşıyım, diyen erkekten ve ben çok feministim, deyip de kadın dayanışmasının çok geri noktalarından bakan insanların söylemlerine, eylemlerine, duruşlarına çok şahit olduk.
Uçan Süpürge olarak bizim bakış açımız, bardağın dolu tarafını görmek. Radikal bir feminist hare içinde değil, Türkiye’de kadın erkek eşitsizliğini kaldırmak için hareket etmek ve kadın hareketinin ajandasının içersindeki noktaların önceliğini iyi belirlemek. Bu önceliklerin içinde de Uçan Süpürge’nin başta bahsettiğim vizyonunun dışına çıkmadan bunları yapmak.
Türkiye’de özellikle son 2 yılda kadınlarla ilgili ciddî yasal düzenlemeler oldu. Uluslararası sözleşmelerdeki taahhütler yerine geldi. Yani kâğıt üzerinde Türkiye’de kadın erkek eşitliği tamamıyla sağlanmış görünüyor. Ancak kadınların toplumla barışık olup, bunlardan haberdar olması önemli. Ayrıca kamu görevlileriyle kadın sivil toplum örgütleri arasındaki diyalogun artması gerekiyor.
Eğer kamu görevlileri, kadın hakları dendiğinde bunun sadece kadın hakları örgütlerinin ilgilenmesi gereken bir sorun olduğunu ve toplumu ilgilendirmeyen bir sorun olduğunu düşünüyorsa bu çok yanlış bir şey. Bu konuyu özel sektörün de, devletin de sahiplenmesi gerekir.
Kadın konusuyla ilgili olarak anayasanın 10. maddesi değişti. “Devlet kadın-erkek eşitliğini sağlamak zorundadır.” denildi. Yerel Yönetimler Yasası değişti, Ceza Kanunu değişti. 1 Hazirandan önce kadına karşı işlenmiş bir suç topluma karşı işlenmiş sayılıyordu, şimdi kadının bedenine karşı işlenmiş suç olarak kabul ediliyor. Bunlar çok önemli. Şunu söylemeden edemeyeceğim: Yaklaşık 10 yıl önce bir dönem devlet bakanı “Flört fahişeliktir.” demişti. Şimdi aynı devlet bakanı adalet bakanı oldu ve evlilik içi tecavüz suçtur diye yasa çıkardı. Bu süreç çok hızlı bir süreç. Bu süreci çok iyi takip etmek gerekir. Çünkü Avrupa Birliği’ne girme süreci içinde kadın örgütlerinin birbiriyle dayanışma ve değişim noktasında birbirlerini teşvik edici bir yanının olduğunu görüyoruz.
Uçan Süpürge 2003 yılında CEDAW’ın bölge raporunun hazırlanmasını üstlendi. O dönemde başörtülü ve başörtüsüz kadınlar arasında ciddî bir sıkıntı vardı. Kendilerini; birbirlerini anlayamayan, farklı dünyalardan, farklı yerlerden gelmiş insanlar olarak tanımlıyorlardı. Davos’ta farklı düşüncelerden ne kadar zenginlik doğduğunu ve bu zenginliği kadın hareketine nasıl taşıdıklarını gördük. Bugün kadınları siyasete hazırlayan bir toplantımızda bulundum ve inanılmaz bir manzarayla karşılaştım. İktidar partisi, muhalefet partileri; her kesimden kadın bir arada. Erkeklerin bu kadar başarı sağlayabildiğini sanmıyorum.
Muhafazakâr kesimle feminist kesimin kadın ajandası farklı.
Feminist hareket içinde bulunan arkadaşlarımızın ulusal sözleşmeler, Avrupa Birliği gibi süreçler konusunda daha fazla çalışma yaptıklarını görüyorum. Muhafazakâr kesim içerisinde ise kendilerini sorgulayan, İslam’ı ve gelenekleri sorgulamak istiyoruz diyen, sadece aile içersinde kendilerini konumlandırmayan bir kadın grubuyla karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Bunu ben bu döneme kadar hiçbir feminist hareket içerisinde görmedim.
Bence bu, kendi ajandalarında kendilerini sorgulamak, kadın olmaktan kaynaklanan ortak noktaları yakalamak noktasına gidecektir. Tabii ki şunu bilmek gerekiyor: Dünyanın her yerinde kadınlarla ilgili inanılmaz politikalar yapıldığına şahit oldum. Ama feminist hareket siyasi bir yaklaşım değil; karşısındaki ataerkil gruba karşı hareket ediyor. Muhafazakar kesimde ise alanlar daha geniş, söylenmesi istenen şey direkt söylenebiliyor. Bence daha radikal adımlar bir anlamda da bu gerekçeyle atılıyor. Kadın sistemi, aile içindeki rolünü, muhafazakâr rolün toplumla çatışmalı durumunu daha iyi ifade ediyor. Zaten kadınların görsel olarak da kamuoyu önünde kendilerini daha çabuk ifade ettiklerini her zaman söylüyoruz. Meselâ erkeklerin kafasındaki türbanı biz görmüyoruz. Ama simgesel olarak kadınlar bu alanda, cephe ve karargâh diye ayıracak olursak, hep cephe tarafında savaştı. Sol hareket için de aynı şeyi söyleyebiliyorum.
Başörtüsünün bedelini sadece kadınlar ödüyor…
Biz sol harekette 80 öncesi grevlerde eylem yaparken, çadırlarda sabahlarken çocuklarımız ve boş tencerelerimizle bütün mitinglerde öne bizler çıkardık; ama arkadan erkekler politika yapardı. Tarih de böyle yazılıyor zaten. Onun için muhafazakâr kesimdeki kadınları eskiden bu kadar bilmiyordum. Onları tanıdıkça onların bu alanda daha fazla enerji harcadıklarını, mesai yaptıklarını ve bu işe çok fazla emek verdiklerini gördüm. Tanıdığım pek çok arkadaşım var. Bunun çok yönü var. Özel alanı sorgulamalarının yanı sıra kamusal alanda her şeyi iyi ifade etmek gibi sorumlulukları var. Bulundukları her türlü ortamda, davetler vs… başörtüsüyle ilgili yaşadıkları sıkıntılar var. Yani erkek çocuğunuz var; doğuruyorsunuz, askere gönderiyorsunuz davullarla zurnalarla ama siz bir askerî kuruma başörtünüz var diye giremiyorsunuz. Bunların bedelini sadece kadın ödüyor, erkek ödemiyor.
Feministler yanlış anlaşıldı…
Feminist hareketin doğuşunda medyanın önyargısı vardı. Çünkü biz baştan itibaren kendimizi sorguladığımız zaman zaten özel hayatımızı sorguluyorduk. Taze fasulyeyi kim ayıklayacak, bulaşıkları kim kurulayacak, sokaktaki gelişmeleri, hayatı kim paylaşacak. Bütün bunlar bizim zaten sorguladığımız şeyler ve hayattan hiç kopuk şeyler değil. Ama bizi aynen şöyle tanıtıp anlattılar. Mor iğnelerle meyhaneleri basan ve bedenimiz bizimdir, diyen kadınlar. Eyvah! Bunlar ne diyor? Bedenimiz bizimdir, ne demek? Hangi kadın tipleri bunlar? Sokak kadını mı olacaklar? Kendim için bir değerim, dediğim zaman, eyvah bunlar aileden mi ayrılıyor, dendi. Yani bütün bu sloganlar başka türlü okundu. Ama şu vardı tabii ki, kadın hareketi öncü kadın grupları arasından çıkmaya başladığı zaman bilinç yükseltmekle işe başladı. Bilinç yükseltme grupları doğal olarak küçük gruplardı. Onlar bunu tabana yaymayı düşünmüyorlardı. Kendi kendimizi beslemeye ihtiyacımız vardı o sıralarda. Ne oluyor? Ne yapıyoruz? Neden bedenimiz bizimdir, noktasına geldik? Bu süreçte içimize kapandık ve bunları sorguladık. Son eylem noktasında medya bizi tanıdı. Bu dönemde kamuoyuyla aramızda çok ciddi bir uçurum vardı. Hatta ben feministim, diyen kadınların en yakınında, aile arasında bile, aman bunu sakın kimse duymasın, aman sakın bunu söyleme, gibi ifadelerle çok olumsuz eleştriler aldık. Şimdi bile hâlâ feminist kadın gruplarından olup da “Feministim ama…” diyen kadınlarla çok karşılaşıyoruz. Feministim ama! Böyle bir savunma içgüdüsünü bizde yaratan, kırıldığımız noktalar oldu. Türkiye’de feminist hareketi üstüne çok yüklenildi.
İşimiz zor güç erkeklerin elinde
Türkiye’de bu iş zor; çünkü erkek egemen bir sistemsiniz. Bizim muhatabımız patriarchal bir sistem ve o sisteme karşı mücadele ediyorsunuz erk erkeklerin elinde. Bugün gayrimenkullerin bile %82’si erkeklerin elinde. Medyadaki yaklaşım daha çok erkek egemen bir yaklaşım. Medyada kadınları daha yeni yeni görüyoruz. Bütün bu yapı onlarınken biz onlara diyoruz ki “Siz adil davranmıyorsunuz.” Hayat eşit katılımla mümkün ama biz eşit katılamıyoruz. Ne özel hayatımıza ne kamusal alanımıza… Siz bize engel oluyorsunuz. Bunu dediğiniz zaman da doğal olarak çatışıyorsunuz.
Bir kadını tanımlayın: Evde her türlü iş yapar, erkeğin hayatını kolaylaştırır. Belki dünyaya eşit koşullarda geliyorsunuz ama birden bire bir kişi bir başka cinsin hayatını kolaylaştırıp hayatını onun için feda ediyor. Kadınlar bunun için çok öyküler yazdılar erkeklerin tersten okuması ve anlaması için… Başka türlü çünkü anlatamıyorduk. Çok çeşitli yöntemler denendi. Kadın hareketinde “Bedenimiz bizimdir.” Kampanyası, “Susma, bağır, yapan utansın.” kampanyaları düzenlendi. 1987 yılında bu kadınlar “Dayağa hayır!” yürüyüşü yaptılar. Ama tabii bu yürüyüşün nedeni Çorum’da bir savcının “Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme bir kadının.” demesiydi. Eğer sen kadına şiddet uyguluyorsan bu konuda haklısın, diyen bir kararı okuyan avukat arkadaşların isyanıyla başladı.
Kadın hareketi doğuda çok daha canlı ve ilerlemeci…
Artık kadınlar daha çok dışarı çıkıyorlar. Evden çıktıkları zaman diğer kadınları görüyorlar. Yaşadıklarının kendilerine ait olmadığını görüp başka kadınlarla bunu konuşuyorlar. Bu örgütlenmeye kadar gidiyor. Şimdi bu çok küçük bir örnek. Batı’daki bu gelişme, kadın örgütleri için gelişme yayınlarından ulusal toplantılara kadar, projelerden gelir düzeyinin yüksekliğine kadar çok belirleyici oluyor. Ama bu, kadın hareketinin öncüleri Batı’da demek değil. Bugün lobicilik eğitiminin yöntemlerini bize anlatıyorlar. Meselâ İngiltere’den veya Batı’dan çıkan bir yöntem olarak tarif ediliyor. Ama Doğu’da, Güneydoğu’da, kadınlarla yaptığımız görüşmelerde, çektiğimiz filmlerde o bölgelerdeki kadınların lobicilik nedir bilmeden, kuramsal bir yaklaşımları olmadan da bu işi nasıl yürüttüklerini, nasıl başarılar elde ettiklerini gördük.
Doğu’daki kadın örgütlerinin heyecanlı, inançlı, verici, disiplinli, daha hayatın içinden bir yapısı var. Bunu değiştirmek için uğraşan ama örgütlenmelerin kurumsal olarak acemiliği nedeniyle bunu su yüzüne çıkaramayan bir yapı bu. Hayretler uyandıracak şekilde çok çalışan kadınlarla karşılaştım.
Aslında Batılı kadınların yaptıkları çalışmalardan çok yararlanıyorum. Ama kendimi daha çok ortada hissediyorum. Keşke köprüler kurulabilse. Şu anda her şeyi hallettiğini, her yeri geçtiğini sanan Batılı kadınların, aslında hayattan koptuklarını, uzaklaştıklarını görüyoruz. Bu köprülerle Doğu’da hâlâ pişen taze fasulyenin, yıkanan bulaşığın gerçek hayatın sorgulandığı dinamizmin Batı’ya geçmesi gerekiyor. Çünkü orada şöyle bir şey var: Her şey çözüldü, her şey halloldu. Ama yaşam devam ediyor. Ben Batı’daki hareketin de böyle giderse tehlikeli olabileceğini görüyorum. Çünkü çok fazla kazanımları var. Bir sonraki nesil için nasıl olsa her şey hazır diyerek geri adım atabileceklerini görüyorum. Ama burada sürekli kendini sorgulayan, sürekli kendini geliştiren bir hareket var. Doğu geçekten çok canlı. Sadece Türkiye değil, Hindistan da, Afrika da böyle çok dinamik ve canlı.
Ailenin kutsallığı feministler ile muhafazakarları ayrıştırıyor…
Muhafazakâr kesimdeki kadınlarla feminist kadınlar arasındaki en ciddi ayrım ailenin kutsallığı konusu. Feminist hareket aile içinde bir bölünmüşlükler, parçalanmışlıklar yaratıyor gibi. Bunu bize de çok sık soruyorlar. “Feminist misin, erkek düşmanı mısın, evli misin?” diye. Yine patriarchal sistem olarak bakacak olursak muhatap kimdir? Bunun karşılığında kadının yaşamının engelleri bize göre erkeklerdir. Bunun içinde hem muhafazakârı hem sosyalisti var. Onun için biz feministler kendimizi sorguluyoruz. Eşit paylaşım, eşit katılımla mümkündür. Aile içinde hayatı eşit paylaşacaksak senin de her türlü şeye eşit katılman söz gerekir. Ama yok bizim Türk gelenek göreneklerimize göre erkekler iş yapmaz, erkekler daha çok dışarıya açılır; kadınlar evdedir gibi bir anlayışı kadınların artık kabul etmemiş olması illa Batılı veya feminist bir yorum olarak algılamak artık günümüzde doğru değil. Çünkü bu insan haklarına bakış, kadın haklarına bakış; hayata âdil, eşit, duyarlı bu bakıştan geçiyor.
Kadın erkek eşitsizliği toplumsal bir olaydır. Bunun artık anlaşılması gerekiyor. Kadınlar için yapılan her şey ülkenin yararınadır. Bu temelle bakıldığı zaman bu eşitsizliği de şiddeti de görmemek mümkün değil. Bu konuda çalışan çok önemli çalışmalar yapan kadın örgütleri var ülkemizde, şiddetin tanımını da ortaya koyan var. Zaten tanımını yaptıkları zaman diyorsunuz ki şiddeti yaşamayan yok. Çünkü şiddet bizim bildiğimiz dayak değil, hatta yaşanan namus cinayetleri değil. Buna gelene kadar yaşanan birçok şiddet olayı var, toplumsal, psikolojik, ekonomik… Bu şiddetlerin tanımlarını açtığımız zaman çok yaygın olduğunu görüyorsunuz. Şiddeti çoğu zaman biz besliyoruz, kültürümüzde var. Kadınlar çocukları dövüyor, diye şikayetler geliyor. Bu çocukları kadınlar büyütüyor. Şiddet de buradan geliyor denilebilir. Kadınları kendi evleri içerisinde kadın kadına gösterdikleri şiddet de var. Kayınvalide, görümce ilişkilerinde görüyoruz bunu. Bunlara bir bütün olarak baktığımızda şiddetin çok yaygın olduğunu görüyoruz.
Kadınlar siyaseti geniş anlamda yapıyorlar…
Türkiye’de bize göre iki anlamda siyaset var: Birisi dar anlamda siyaset, mecliste, diğeri geniş anlamda siyaset, alanlarda. Geniş alanda en fazla siyaset yapan kadınlar. Okul-aile birliğinden manavlara kadar, otobüsten aileye kadar, bütün bu alanlara bakın. Biz yereli en fazla kullanan kesimiz. Elektriği suyu, hayatı, çevreyi… Kadınlar hayatın içinde yaygın alandaki siyasette çok başarılılar. Fakat dar anlamda meclisteki temsil oranında başarı yok. Bu başarısızlığın sebebi tabii ki erkek egemen sistem. Her zaman söylediğimiz gibi onlardan kaynaklanıyor. Ancak genel olarak kadınlar siyaseti istemiyor gibi bir tablonun aktarılmış olmasını da çok doğru bulmuyoruz. Çünkü kadınların bu konudaki istekleri veya iştahlarının olmamış olması, önlerindeki engellerden kaynaklanıyor. Bu engellerden biri maddî durum. Gayrimenkulün %82’si erkeklerin üzerinde, yani kadınlar bugün bir siyasi partiye üye ya da aday olmak için erkeklerle eşit parayı veremezler. Bazı siyasi partilerde bu konuyla ilgili özel önlemler alınmaya çalışıldı ama yeterli değil.
Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle iki kesim arasındaki duvarlar aşıldı…
Ak Parti’nin iktidara gelmiş olmasıyla bence bir anlamda başörtülü kadınların özgüvenleriyle ilgili adımlar atılmış oldu. Yasaların da tabi bu zamanda çıkmış olması feministlerin de kadın grupların da aynı alanda buluşmasına yol açtı. Her ikisinin de aynı anda çeşitli haklara kavuşmuş olmalarıyla ciddi bir adım atıldı. Çünkü her iki kesimdeki kadınlar birbirlerini dinlemeye, anlamaya, konuşmaya başladılar. Bu şayet olmasaydı yani Ak Parti iktidara gelmemiş olsaydı araya daha büyük duvarlar örülebilirdi ve kadınlar birbirlerini tanımamış olurdu. Kadınların birbirini tanımış olmasından da önemli kazanımlar elde edildi. Bu sadece ortak dernekler kurmak, ortak eylemler yapmak değil, farklı düşünceden farklı kesimden kadınlardan bambaşka alanlar genişlemesi anlamına da gelir. Daha büyük bir zenginlik kazandı. Belki kadın hareketinin bu son zamanlarda bu kadar ivme kazanmış olması bu çeşitli zenginliklerden ortaya çıktı. Kendini kapatan hani benim çöplüğümde benim horozum ötsün, diyen bir anlayış kendini yok edecektir günün birinde. Çünkü biz fanusun içinde yaşamıyoruz, herkesin herkese ihtiyacı var.