Prenses Vicdan Ali
Ürdün Üniversitesi Sanat ve Dizayn Fakültesi Dekanı
DİNÎ RİYAKÂRLIK DÖNEMİ YAŞIYORUZ …
Prenses Vicdan Ali ile kendi fakültesinde buluştuk. Yaşını göstermiyordu. Yüz hatları sertti; pek gülmüyordu. Bir prenses değil, iyi bir dekan profiline uyuyordu. Bizi odasına aldı, biz hazırlanırken hemen masasının başına geçip işlerine yöneldi. Bir dakika bile kaybetmek istemiyordu. Her şey hazır olduğunda röportaj başladı. Bizimle sohbet etmeye vakti yoktu. Bizim de o konuşana kadar röportajdan iyi bir şeyler çıkacağına dair pek umudumuz yoktu. Fakat konuşmaya başladığında tarih, sanat ve İslâm hakkında oldukça bilgili, sözünü esirgemeyen ve konuştukça konuşmasını istediğimiz bir entelektüelle muhatap olduğumuzu anladık.
“Biz kadınlar kendimizi ispatlamak zorundayız…”
Aslında 1962’de Ürdün’de dışişleri bakanlığına giren ilk kadın bendim. Beyrut’ta kolejden mezun olduktan hemen sonra Amman’a geri döndüm. O zaman burada bir sınav düzenlenmişti. Ailemin haberi olmadan bu sınava girdim ve kabul edildim. Böylece Ürdün’de dışişleri ofisine giren ilk kadın oldum. Gayet somut sebepler yüzünden dışişleri ofisinde sadece dört yıl kalabildim. Bir tanesi ailemin benim yurt dışına atanıp oradaki bir elçilikte çalışmama ve yurt dışında yaşamama izin vermemesiydi. Ama New York’taki genel kongreye veya Cenova’daki EKS’ye katılmak gibi vazifelerle yurtdışına çıkmama izin veriyorlardı.
Dört yıl sonra bu iş artık komik hâle gelmişti; Dışişlerinde olup Ürdün dışına atanmaya izin verilmemek… Bu yüzden istifa ettim. Bu, diplomatlık kariyerime son noktayı koydu. Bundan sonra sanat konusunda araştırmaya başladım. Çünkü daha önce sanat eğitimi almamıştım. Amman’daki diğer ressamların atölyelerinde ders aldım. Böylece resim yapmaya başladım. Sanata çok düşkündüm. Bunu bir kariyer olarak veya bir meşgale olarak benimsedim. Aslında benim lisans diplomam tarih; bilhassa Osmanlı tarihi üzerineydi. Sanatı ve tarihi seviyordum. Böylece daha sonra lisansüstü çalışma yapmaya karar verdiğimde Londra’daki Şarkiyat ve Afrika Araştırmaları Enstitüsü SOAS’da İslâm Sanatları Tarihi üzerine çalışma yaptım. Hayatımın çok daha geç bir döneminde; 1993’te çalışmamı bitirdim. En küçük kızım Boston kolejinden mezun olup lisans yaparken ben Londra’da doktoramı alıyordum. Ama bundan da önce bir akademisyen olarak hayatıma başlamış ve bu işten çok zevk almıştım. Sanırım ben, yaptığı işten zevk alan o şanslı insanlardan bir tanesiyim.
Sabah uyanırım ve ofisime varmayı dört gözle beklerim. Sanat ve Tasarım Kolejindeki her öğrenciyi ismiyle bilirim, onları şahsen tanırım, onlarla ilgilenirim. Dört yıl önce bu kolejin kurulmasına katkıda bulunmuş olmaktan dolayı çok mutlu ve gururluyum.
Biz, dünyanın her tarafındaki kadınlar, sanırım kendimizi ispatlamak zorundayız. Erkeklerse bunu yapmak zorunda değiller. Bir adam ofisten eve gelir ve işi bitmiştir. Elinde bir gazeteyle oturabilir, televizyon izleyebilir, dışarı yemeğe çıkabilir, arkadaşlarını görebilir. Fakat kadının işi ofisten eve geldiğinde bitmemiştir. Eviyle, eşiyle ve çocuklarıyla ilgilenmek zorundadır. Yemeği hazırlamak, çocukların ödevini kontrol etmek zorundadır. Bu yüzden genellikle bir kadının işi erkeğin yaptığının iki katıdır.
“İslâm’da kadının yeri Amerikan Anayasası gibi…”
Her zaman derim ki İslâm’da kadınların yeri ya da İslâm’ın kadınlara karşı duruşu Amerikan Anayasası gibidir. Kâğıt üzerinde iyi duruyor. Birkaç ufak çelişki var ama kâğıt üzerinde tamam. Nerdeyse erkeklerle aynı haklara sahibiz. Kadınlara saygı, mal varlığı edinmelerine izin, boşama hakları, hatta bir erkeğe evlenme teklif etme hakları bile var. İstedikleri zaman boşanabiliyorlar vs. Ama aynı Amerikan Anayasası’nda olduğu gibi bütün bunlar kağıt üzerinde. Uygulamada esamisi yok. Amerikan Anayasası mükemmeldir. Herkesin vatandaş olarak hakları tamdır. Ama uygulamaya sıra geldiğinde Afrikalı Amerikalılar renkleri yüzünden ayrımcılığa uğradılar. İslâm’da da kadınlar cinsiyetleri yüzünden ayrımcılığa uğradılar ve uğruyorlar. Bu bir kontrol sorunudur. İnanın bana kadınları eğitimsiz bir şekilde evde kontrol altında tutabildiğinizde toplumun üçte ikisini kontrol etmiş olursunuz. Bu yolla sadece kadınları değil hem kadınları hem de çocukları kontrol etmiş olursunuz. Dolayısıyla bu mutlak bir kontrole dönüşür.
İslâm dünyasının her tarafından pek çok münferit vaka biliyorum. Hatta kadınların erkeklerden daha güçlü oldukları yurt dışında bile böyle örnekler var.
“Batı’da varolan bütün sosyal sorunlar bizde de var; ama biz bunları gizliyoruz…”
Batılıların Müslüman kadınlar hakkında genel konuştuklarından yakınıyoruz ama aslında biz de Batılıları genelliyoruz. Diyoruz ki “Batılı kadınlar iffetli değiller. Aileyi bir arada tutamıyorlar.” Bunu yapması gereken sadece kadınlar değil ki. Bu, erkeklerin de sorumlu olması gereken bir konu. Demek istediğim aile birimi bozuluyorsa bu her zaman kadının yüzünden olmuyordur. Bütün İslâm dünyasında genel olarak -şimdi ben de genelliyorum- Batıdaki bütün sosyal sorunlar mevcut; uyuşturucu, alkolizm, kadına karşı şiddet, aile içi cinsi taciz… Ama onlar problemleri açığa çıkartıyorlar bizse gizli tutuyoruz. Biz bu sorunları katmanların, toplumsal ahlâk kurallarının ve yanlış dinî inançların altına itiyoruz. Ben buna iki yüzlülük diyorum. Bir dinî riyakârlık döneminde yaşıyoruz; Bu çok acı…
“İslâm, tamahkârlık ve sapıklığın tatmini için kullanılıyor…”
Cuma günü camiye gider namazınızı kılarsınız ama haftanın geri kalanında dinle bir alakanız olmaz. Hayır, bu doğru değil. İslâm başlı başına bir hayat tarzıdır. Fakat biz doğru İslâm yerine onu kendi tamahkârlığımızın ve sapıklığımızın tatmini için kullanıyoruz. Meselâ erkekler şöyle diyor: Her gün erkenden kalkarım, sabah namazını camide kılarım, Kuran’ımı okurum, tespihimi çekerim, orucumu tutarım, hacca giderim. Tabii böylece bütün günahlarım yıkanır gider. Ama eve gelince, sanki bunun dinle hiçbir alâkası yokmuş gibi, karıma ve çocuklarıma sözlü olarak kötü muamele ederim. Bir meselede, başımı kurtarmak için yalan söylerim. Bu, dinî iki yüzlülüktür. Gidip İslâm’ın farzlarını yerine getirdiği sürece rahat olduğuna inanıyor. Ama bu, İslâm’ın bizden istediği bir hayat tarzı değil. Arapça’da deriz ki; “İslâm muamele dinidir.” Yani din, muamelelerden oluşur. Bilirsiniz işte, Türkçe’de de var. Biz ise bunu tamamen unuttuk.
“Zihinsel terörün bulunduğu toplumlarda yaşıyoruz…”
Bence Müslümanlar İslâm dünyasındaki kadınların durumunu eleştirmiyorlar ya da öz eleştiri yapmıyorlar; çünkü korkuyorlar. Korkuyorlar, çünkü zihinsel terörün bulunduğu toplumlarda yaşıyoruz. Kim Müslüman kadınların bütün haklara sahip olduğunu söyleyebilir ki? Pek az insan bunu söyleyebilir.
Aslında bütün haklara sahip değiller. Neden buna katılmıyoruz? Mesela miras konusunda bir kadın erkeğin aldığının yarısını alır. Neden çıkıp bunun böyle olduğunu söylemiyoruz. Toplumda çok eşliliğin ya da şiddetin olduğunu neden söyleyemiyoruz. Bir adamın karısına vurma hakkı vardır. Bu Kuran’da vardır. Ben kendi ülkemde, kamusal alanda bunun aksini söylemeye çekiniyorum. Çünkü ertesi gün bir şeyh minbere çıkıp benim dinsiz olduğumu söyleyecek. Beş vakit namaz kılarım ama buraya “beş vakit namaz kılıyorum” diye bir tabelâ asmak zorunda değilim. Ne dediğimi anlıyorsunuz değil mi?
“Ürdünlüler 60’larda daha açık fikirliydiler…”
Ne yazık ki biz bir illüzyon yaşıyoruz. Bütün o aşırı dinci hareketler popülerleşmeye başlıyor ve insanların kendilerini ifade etmesini sınırlandırıyor. Biliyor musunuz 60’larda Ürdün’deki insanlar daha açık fikirliydiler. Müzakereler için şimdi olduğundan daha fazla alan ve imkân vardı. Çünkü insanlar makûl davranırlar ve nasıl davrandıklarını düşünürlerdi. Dinî riyakârlık yoktu. En azından bu kadar değildi. İnsanlar birbirleri hakkında peşin hükümler vermiyorlardı. Şimdi herkes birbiri hakkında hüküm verebiliyor. Bir öğrenci gelip bu öğrettiklerimizin haram olduğunu söyleyebiliyor ve arkasından insanlar da ona katılabiliyorlar.
İnsanlar düşünmeden hareket ediyorlar. Toplumda eğitimsizlik var. Kültür eksiğimiz var. Çünkü bugün gördüğümüz kültür, kültür değil; eğitim, eğitim değil. İnsanların diploması var ama eğitilmiş değiller. Eğitim bir lisans, lisansüstü ya da doktora diploması değildir. Bizim kültüre ihtiyacımız var.
“Kuran’ı istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz…”
Kadın ve erkekler aynı sorumluluklara, aynı vazifelere ve haklara sahiptirler. Dolayısıyla eğer İslâm’ı doğru yorumlarsak bence bir çelişki yaşanmaz. Size bir örnek vereyim: “Müslüman Kadınların Dinde Kuran’da ve Sünnette Hakları” başlıklı küçük bir dosya hazırladım. Okumalarım yoluyla anladım ki Kuran’ı istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Meselâ Kuran’da erkeğin kadından bir derece üstün olduğunu söyleyen bir ayet var. Önce Kurtuba tefsirine bir bakalım. Şeyh Kurtubi Kurtuba’lıydı ve Kurtuba o zaman eğitim ve aydınlanmanın nihaî merkezi idi. Onun tefsirinde der ki “Bu derece erkeğin karısına ve ailesine para harcama sorumluluğudur. Bu kesildiği an onun karısına üstünlüğü ya da derece farkı ortadan kalkar”. Çünkü bu sadece bu sorumluluğun sahibi olmak ve bunu ciddî bir şekilde üstlenmekledir. Ama bana kızmayın. Anadolu’daki ki -o zaman Anadolu çok ayrı bir yerdi- Bursa’lı Bursevî tefsirinde der ki “Erkeğin kadına derece üstünlüğü adamın sakalının olmasından kadının ise olmamasından ileri gelir.” Görüyorsunuz eğer Bursalının tefsirini yorumunu alacak olsam bütün erkeklerin kadınlardan sakalları yüzünden üstün olduğunu söyleyeceğim. Bazı kadınların da sakalı olsa bile… Ama hangisini benimsemeniz gerektiği konusunda seçim yapmak eğitimle olur. Eğer kişi eğitimliyse aklıyla bunun sakalla olmayacak iş olduğunu anlar.
“Kadın değişimine ve modernleşmesine çoğu kez kadınlar karşı çıkıyor…
Değişime ve modernleşmeye karşı çıkmak cahillikten ve korkudan kaynaklanıyor. Çünkü kadınlar kozalarında rahatlar. Gidip ekmeğini getiren bir koca olduğu sürece bağırsa çağırsa da önemli değil. Çalışmak zorunda değil, sorumluluk almak zorunda değil. Sadece çocuklarına bakmak, yemek pişirmek ve evi temizlemekle yükümlü. Dolayısıyla kadın böyle yaşamayı daha emniyetli görür ve her şeyi dine bağlar. Dinime göre şunu yapmalıyım, dinime göre bunu yapmalıyım, kocam ne yaparsa yapsın ona itaatkâr olmalıyım… Hayır, din böyle söylemedi. İslâm’ın ilk yıllarında pek çok kadına boşanma hakkı Peygamber’in kendisi tarafından verilmişti. Bir kadın, Peygamber’e geldi ve dedi ki “Kocamı gördüğümde ondan tarafa bakamıyorum, çünkü çok çirkin. Ondan boşanmak istiyorum.” Peygamberimiz de “Peki neden onunla evlendin?” diye sordu. Kadın “Babam beni evlenmeye zorladı.” dedi. Bu da ayrı bir husus. İslâm’da kesinlikle bir kızı evlenmeye zorlamak yoktur. Peygamber; o şöyle güzel adam, böyle iyi adam dedi ama kadını ikna edemedi. Bunun üzerine Peygamber “Boşanma hakkını aldın. Çünkü onunla evlenmeye zorlanmıştın.” diye karşılık verdi. Kadın Peygambere baktı ve “Teşekkür ederim ama onu boşamıyorum. Sadece onu boşama hakkım olduğunu sizden duymak istedim.” dedi.
“İslâm’ın ilk yıllarında kadınlar şimdi olduklarından daha özgürdüler…”
İslâm dünyasında feminizm ve kadın hakları söylemlerinin arkasında sürekli kötü niyetli Batılıların aranması veya bu gibi akımların toplumu yozlaştıracağı söylemi kadınları kontrol altında tutmak için birer bahanedir.
İslâm’ın ilk yıllarında kadınlar şimdi olduklarından çok daha özgürlerdi. Nasıl oldu da bu durum toplumu yozlaştırmadı? Kadınlar savaşa gittiler Peygamber’in karşısına dikilip onunla tartıştılar konuştular, din dersleri bile verdiler. Basra’da Fahrünnisa adında bir kadın vardı. Camilerde din dersleri veriyordu. Dört imamı biliyorsunuz; Hambeli, Maliki, Şafii, Hanefi. İmam Şafii Mısır’daki Soukaida’dan dini tefsir anlamında çok şey aldı. Bugün neden bu kadar gerilediğimizi anlamıyorum. Çünkü Moğol istilasından sonra yüzyıllar süren ve kadınları bir kenara iten cahiliye dönemini geçtik. Belki bu, o zaman için bir sebepti. Ama 1245’te vuku bulan bu olayı aştık artık. Şimdi 2005’teyiz yakında 2006’da olacağız. Sorunumuz ne? Sorunumuz kadınların kendileri ve başkaları tarafından; daha açıkça söylemek gerekirse erkeklerin ve bilinmeyenin korkusu tarafından baskı altında tutulması.
“Başörtüsü bir aşırı dincilik sembolü değildir…”
Sizin kıyafetleriniz de, benim kıyafetlerim de moderndir. Bana başörtüsü konusunda çok soru soruyorlar. Bunlar umurumda değil. Kadın, zihnini örtmediği sürece ne giyeceğine kendisi karar vermelidir. Örtünmek istiyorsa örter? Ben inandıklarımı başkalarına dayatmıyorum, onların da kendi inandıklarını bana dayatmamalarını beklerim. Başörtüsü bir aşırı dincilik sembolü değildir.
Ürdün’de başörtüsü meselesi diye bir şey yok. İnsanlar ne istiyorlarsa onu giymekte özgürler. Aslında bayanların başörtü takmalarının pek çok sebebi var. Bunlardan birisi ekonomik sebep. Ürdün Üniversitesi gibi bir yerde hâli vakti yerinde olan ailelerin kızları ve yoksul ailelerin kızları var. Zengin olan kızlar kıyafetlerine, makyajlarına, saçlarına başlarına para harcarlar. Yoksul aileler buna yetiremez. Başörtüsü takmak bu noktada bir çözüm yoludur. Böyle olunca kuaföre gitmek ve çok şık giyinmek zorunda değilsiniz. Ama mesele olarak tanımlayabileceğimiz başka bir durum var: Aileler kızlarını başörtü takmaya zorluyorlar. O yüzden ben “kimse kimseyi bir şey yapmaya zorlamamalı” diyorum. Bu, özgür iradeyle ve kişinin inancıyla olmalı.
“Ben dinime inanıyorum, başörtü takmam gerektiğine inanmıyorum…”
Başörtü takan insanlara onu takmamalarını söylemiyorum. Yüzlerini gözlerini ağızlarını tamamen örtenlere karşıyım. Eğer Allah bize namaz kılarken ve hac yaparken bile ellerimiz ve yüzümüzün açıkta kalacağını tarif ettiyse nasıl olur da sokağa çıktığımızda hepsini birden örteriz. Buna karşıyım. Ama gene de bu beni ilgilendirmez. Yapmak isteyen yapar. Karşı olduğum şey, kadınların başörtüyü zihinlerinin etrafına sarmalarıdır. Öğrenmeye ve gelişmeye açık oldukları sürece başörtü takmaları sorun oluşturmaz. Öğrencilerime de her zaman şunu söylerim: “Başınızı örtmek istiyorsanız örtün ama zihinlerinizi her zaman açık tutun!”