Gülay Göktürk
Köşe Yazarı
Gülay Göktürk Türkiye'nin liberal düşünceyi temsil eden köşe yazarlardan birisi. 80 öncesi sol hareket içinde bulunmuş ancak daha sonra kendisini liberal düşünceye daha yakın hissetmiş, fikirleri ile en çok tartışılan yazarlarımızdan. Feminizmin son evresinin farklılık üzerinden politika üreten yaklaşımlarına katılmasa da kendisini feminist olarak tanımlıyor. Feminist olmasını demokratik tavrının doğal bir sonucu olarak görüyor. Türkiye'de kadınlar arasındaki uçurum, gençlik güzellik fetişizmi, aile ve başörtüsü sorununa ilişkin fikirlerini Türkiye'de kadın ile analizlerinin merkezine oturtuyor. Kadınların siyasette ne yaptıkları sorusunu soranlardan. Ama en çok muhafazakar kesimin öncü kadınlarının aileyi her şeyin üzerinde tutan söylemlerine karşı çıkıyor.
Türkiye’nin diğer İslam ülkelerinden farklı bir tablo çıkarmıştır ortaya. Öteden beri İslâmiyet’in Türkiye’de kadın meselesini esas etkileyen unsur olduğu konusu açıldığında, hep aynı şeyi söylerim ve düşünürüm. Bana göre aslında reel İslâm diye bir şey var. Nasıl bir zamanlar reel sosyalizm vardıysa; bir sosyalizm teorisi olup, olmakla birlikte onun farklı ülkelerdeki uygulanışı Çin’deki, Küba’da ki, Rusya’da ki apayrı sistemler, apayrı rejimler ve sorunlar ortaya çıkardıysa, bu da öyle bir şey.
Yani bir İslâm var, bir de her ülkenin kendi tarihi, kendi kültürü, kendi sosyal şartları, kendi ekonomik şartları sonucu oluşan bir reel İslâm var. Uygulanan İslam ile reel İslâm arasındaki farkların çok fazla olduğunu biliyoruz. Bu da aslında gösteriyor ki, o toplumlar ta öteden beri kendileri, kendi tarihleri içinde kendilerine bir İslâm yarattılar. Yani İslâm’ı biçimlendirdiler. O toplumlarda ki kadın İslâm’a uymadı. İslâm kadınların zaten var olan durumuna uydu diye düşünüyorum.
Kadınlar islami kimliğini koruyarak modernleşme projesinin bir parçası olmaya çalışıyor…
Dolayısıyla İslâmiyet’in Türkiye’deki kadının durumunun üzerindeki etkisinden söz ederken hep asıl olarak, Türkiye’nin kendine özgü koşullarının çok uzun, İslâmiyet öncesini de kapsayan o uzun tarihin, kültürün, sosyolojinin, ekonominin bir birleşimi olarak ortaya çıkan bir faktörden bahsediyoruz demektir. Bunu gelenek,töre ya da kültür olarak adlandırabilirsiniz. Sadece bakışımız değil yaşayışımız da farklı. Türkiye’de her şeyi bir kenara koyacak olursak, Türkiye kadınının büyük bir çoğunluğu kendi İslâmî kimliğini koruyarak modernleşme projesinin bir parçası olmaya çalışıyor.
Türkiye’de kadın hareketinin başlangıcı cumhuriyetten çok daha önceye dayanıyor. Tanzimat’tan beri kadın hareketi görüyoruz. İstanbul’daki elit kadın hareketinin asıl hedefi hep Batı olmuş. Hep Batı uygarlığını örnek almış ve orada ki kadının sosyal statüsünü Türkiye’ye taşımaya çalışmış. Öte yandan geleneksel kadın modernleşmenin nimetlerinden, bilimin nimetlerinden yararlanmakla birlikte bunu kendi kimliğini koruyarak yapmaya çalışmış. Bu, 80 sonrasında türbanlılar kimliğin bir parçası olarak “Ben modernleşmeye, modernleşme projesine kendi kimliğimle katılmak istiyorum!” dediği için kıyamet koptu.
Bizim farkımız, Tanzimat’tan bu yana böyle bir sürecin yaşanmış olmasıdır. Cumhuriyetle birlikte bu sürecin bizzat ülkeyi yönetenler tarafından teşvik ediliyor olmuş olması, hakikaten ciddî reformlar yapılmış olması, Laikliğin çok erken bir zamanda kabul edilmiş olmasıdır. Bütün bunlar Türkiye’de İslam ülkelerinden farklı olarak, toplumda daha iyi bir statüde olan, kendi hakları konusunda uyanık ve daha dışa ve dünyaya açık, yeni bir kadın kimliği yaratmış.
Feminizm benim için demokratik tavrımın gereği
14-15 yaşlarından beri kadın-erkek eşitliğine inanan ve bu konuda çok hassas olan bir insan olarak yetiştim ve çok doğal bir biçimde kendimi feminist olarak tanımladım. Yani bunu aslında demokrat olmanın kadın hareketine uyarlanışı gibi gördüm. Zenci-beyaz eşitliğini savunuyorsam onun gibi kadın-erkek eşitliğini savundum. Benim açımdan böyle topyekün bir ideoloji gibi değildi. Daha çok demokratik tavrımın gerektirdiği bir tercih, Ben kendimi zaten erkeklerle eşit görüyordum ve bana da öyle davranılmasını istiyordum.
Epey bir zaman sol hareket içinde var olan cinsel ayrımcılığına karşı da böyle yer yer mücadelelerim oldu, direndiğim oldu bu tip ayrımcı tutumlara karşı. Dediğiniz gibi 80’li yıllarla birlikte sol hareket örgütü, sol hareketin dağılması belki bir ölçüde örgüt baskılarının kalkması, belki insanların tekrar fikriyatını gözden geçirme ihtiyacını hissetmesi; birçok etken olabilir bunda.
Ev toplantıları yapardık ve ev toplantılarında hem Türkiye’de neler yapılabilir konuşulurdu, hem feminist literatürü anlamaya ve vakıf olmaya çalışılan bir çalışma dönemi geçirildi. Küçük gruplar daha da büyüdü. Kendimi feminist olarak tanımlıyorum, fakat şunu ayırmak durumundayım: Sadece Türkiye’de değil dünyada da feminizmin evreleri var biliyorsunuz. Uzun yıllar esas kadın hareketine damgasını vuran, adına liberal feminizm veya eşitlikçi feminizm diyebileceğimiz feminist hareket, işte her alanda kadın-erkek eşitliğini baz alan hareket, hem hukuk planında mücadele etti, devlet nezdinde eşitlik için mücadele verdi.
Feminizmin evreleri içinde radikal feminizme itirazlarım var…
Kitlesel karakterini kazandığı dönemde o dönemdi zaten. Bunların hiç birisine katılmamak ve kendini feminist olarak tanımlamamak benim için söz konusu değildi. Daha sonra dünya çapında kimlik politikalarının yaygınlaşmasıyla birlikte genel olarak kimlik politikaları, postmodernizmin etkisiyle birlikte kadın hareketi içinde feminizmin bir başka aşamasına geçildi. Buna radikal feminist dönem de diyebilirsiniz, başka bir isim de verebilirsiniz. Fakat burada esas olan artık eşitlik değil, farklılıktı. Yani vurgu kadın-erkek eşitliğine değil, kadın-erkek farklılığına yapılmaya başlandı. Benim tasvip etmediğim ve söylemediğim bir süreç yaşandı aynı zamanda. Neydi o? Kadın-erkek farklıdır dedikten sonra o farklılık üzerine bir kadın kimliği inşa edilmeye çalışılıyordu. O kimliğe atfedilen özelliklerle fiktif bir kadın kimliği oluşturulmaya çalışılıyordu. Çünkü siz farklılık temelinde politika yapacağınız zaman o temel aldığınız tabanın güçlü olması için sizi biraz teorik şeye zorlar. Fiktif bir politika işte kadın duygusaldır, kadın barışçıdır, kadın şöyledir, kadın böyledir diye kadına özgü özellikler ve erkeğe özgü özellikler bizzat feministler tarafından baz alınmaya başlandı. 80’li ve 90’lı yıllarda feminist kadınlar farklı kadın kimliğini öyle noktalara götürdüler ki, neredeyse bir zamanlar reddettikleri geleneksel ruh bölüşümünü savunur hâle geldiler. Yani kadın farklıdır çünkü kadın annedir. Bu arada doğurmanın ve anneliğin yüceltilmesi o cenahta tekrar ortaya çıkmaya başladı. “Kadın duygularıyla hareket eder, erkek aklıyla hareket eder.” gibi katılmadığım söylemler oldu. Bu anlamda radikal feminizmle meselesi olan bir insan diyebilirsiniz bana. Ama esas olarak tabi ki kendimi genel konumlanışım itibariyle her alanda cins ayrımcılığına karşı çıkan, kadın-erkek eşitliğini savunan bir insan olarak görüyorum.
Şimdi muhafazakâr kesimler içinde iki farklı önemli kesim görüyorum. Bir tanesi ki çok önem verdiğim bir kesim. İslâmî hareket içinde yer almış, yani kendini muhafazakâr olarak tanımlayan lider kadınlar var, önder kadınlar var. Bunlar 80’den beri aynı zamanda bir dönüşüm içindeler ve kadın hareketini tartışıyorlar. Ben bunu çok önemsiyorum. 86-87 yıllarıydı zannediyorum, Zaman gazetesinde başlayan o tartışmalar benim için çok önemliydi ve onları yakından izledim.
Muhafazakar batının dayattığı özgürlüğü istemiyoruz dediği anda evrenselliği reddediyor…
Bir de genel muhafazakâr kadın kitlesi var. Ama bu kesim içindeki öncü kadınları, entelektüel kadınları özellikle önemsiyorum çünkü tabi ki o kesimi çok doğrudan etkiliyorlar, doğrudan bir rol modeli oluyorlar ve onların ne düşündükleri, nasıl algıladıkları çok önemli.
Öncü kesim açısından önemli gördüğüm, zaaf olarak gördüğüm meseleyi işaret etmek istiyorum. Burada kendi bulundukları toplumda, Batılı kadın tipi aslında geleneksel olarak çok büyük oranda reddediliyor. Bu kesimin kadınları kendilerini ayırmak için eşitlik mücadelesi veriyorlar ancak “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz. Kendi kültürümüze ve ananelerimize uyan bir özgürlük istiyoruz” diyorlar. Bu noktada bir sınır çekmeye çalışıyorlar. Ben bunu yanlış ve tehlikeli görüyorum. Neden? Çünkü bir kere kadın meselesinin evrensel karakterini bulandırıyor. Oysa kadın meselesini evrensel kılan en önemli faktör kadının geleneksel rol bölüşmesi içinde annelik ve eşlik rolüyle sınırlanmasıdır.
İlk toplumsal iş bölüşümü dediğimiz o iş bölümü, bence feminizmin de söylediği gibi kadının geri kalışının da temelidir. Bu geleneksel rol bölüşümü evrenseldir. Kadın meselesinin evrensel oluşumu altında da bu yatar. Dünyanın her yerinde kadın hareketinin, feminist hareketin ana temaları da zaten anneliğin kutsanışı ve annelik vasıtasıyla kadının eve hapsedilişine karşı çıkmak olmuştur. Çalışma hayatında ikinci sınıf telakki edilmeye karşı çıkmak olmuştur. Bu temalara baktığınız zaman Türkiye’de de böyle, Batı’da da böyle olduğunu görürüz. Öyleyse kadın hareketinin bunlara karşı geliştirdiği özgürlük temaları da evrenseldir. İslâmî kesimden gelen bazı arkadaşlar “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz!” dedikleri zaman bu evrenselliği reddetmiş oluyorlar. Benim özgürlük anlayışım bana, senin özgürlük anlayışın sana dediğiniz anda konuşacak da pek fazla bir şey kalmaz. Ama bir özgürlük anlayışı her iki tarafında kabul ettiği bir kavram olursa bunun üzerinde konuşmak mümkün olabilir.
Ne diyorlar Türkiye’de sık sık? “Batı’nın demokrasi anlayışı bize uymaz. Türkiye kendine özgü koşullarla kendi demokrasi anlayışını getirmelidir.” Özgürlük demokrasi derken çıtayı biraz aşağıya koyuyorlar. Oysa biz o zaman demokratlar olarak ne diyoruz? “Demokrasinin Türkiye’ye özgü olanı, Filipinler’e özgü olanı yoktur. Demokrasi evrensel bir kavramdır ve her ülke demokrasiye lâyıktır.” Bu anlamda ben kadın hareketinin önderleri bu konuda daha çok düşünmesini ve tartışmasını önemsiyorum.
Siz çocuk da büyütebilirsiniz, ev işi de yapabilirsiniz. Her türlü şeyi yapabilirsiniz ama yeter ki onu sizin asli işiniz olarak görmeyin. 3 çocuğunuzu da kendiniz büyütmüş olabilirsiniz ama bunu hayattaki en temel fonksiyonunuz, varlık sebebiniz ve kocanızın asla yapamayacağı bir işi olarak görmeyin.
Hukuksal ayırımcılık artık kalkmış durumda
Türkiye’de de, dünyada da feminizm artık devletlerle mücadele ederek varabileceği yere vardı. Çünkü hukuksal olarak her türlü ayrımcılık aşağı yukarı kalkmış durumda. Yani hukuk da bir şey yok, devlet politikalarında bir şey yok. Hiçbir devlet, kadınları özellikle geri bıraktırmak için bir şey yapmıyor, baskı uygulamıyor. Burada mesele kadınların kendi kendilerine bir şeyler yapmamalarıdır. Bizim feminist mücadele bireyselleşti. O yüzden artık, 1970’lerde ki gibi kitlesel kadın hareketleri, kadın yürüyüşleri göremezsiniz. Çünkü o zaman devletten isteyecek bir şeyler vardı ve devlet üstüne düşeni yaptı. Rejimler sistemi kurdular. Eşitlik kâğıt üzerinde sağlandı ama zor kısmı bu. Çünkü bu eşitliğin hayata geçirilmesi tek tek her kadının kendi evinde başlamak üzere hem kendini dönüştürmesi gerekiyor hem eşini dönüştürmesi, ailesini dönüştürmesi gerekiyor. Bu bireysel açıdan çok önemli bir şey.
Kadın kendisini annelik ve eşlik göreviyle sınırlamamalı
Feminist örgütlenmeler bu feminist kitle hareketleri olmamasının, yani kadın hareketlerinin sokaklara taşmamasının sıkıntısını duyuyorlar galiba. Belki de biraz kolayına kaçıyorlar. Talepleri hep devletten. Oysa devlet yapacağını yaptı. En son yasa değişiklikleriyle cezalar ağırlaştırıldı. Sığınma evleri de var. Artık jandarmalar ve doktorlar daha hassaslar. Mağdur kadını aileye teslim etmiyorlar hemen. Burada birey de bitiyor, kadın da bitiyor, kadının ailesi de bitiyor ve bunun mücadelesini aile içinde vermek gerekiyor. O noktada verilecek mücadele kadının geleneksel rolünü reddetmesi ve kendisini annelik ve eşlik göreviyle sınırlamaması gerekiyor. Bunu en temel bilinç olarak gördüğüm için her tezahüründe yerimden fırlıyorum.
Aile mutsuzluk üreten bir kurum…
Muhafazakâr kesimde ailenin korunması kavramı var. Aile değerleri ve ailenin korunması kavramı çok güçlü bir biçimde var. Ben aile içinde yaşayan ve aileme değer veren biriyim. Ama muhafazakâr kesime aileyi ne olursa olsun korumak noktasında eleştirim var. Bence korunmayı hak eden aileler korunmalıdır, korunmayı hak eden evlilikler korunmalıdır. Aileyi korumak; o ailenin, o evliliğin nasıl olduğundan bağımsız olarak bir değer olamaz. Bunun çok farklı tezahürlerini gördüğüm için söylüyorum. Boşanmanın kolaylaşmasıyla ilgili tartışmalarda aynı şey çıkıyor. Çok farklı şekillerde aileyi korumak fikriyle ve endişesiyle karşı karşıya kalıyoruz. İnsanların kurdukları evliliklerin yıkılması hoş bir şey değil ama şunu unutmayalım ki o korumaya çalıştığımız aile çok büyük oranda; hem bizim toplumlarımız da, hem de Batı toplumlarında mutluluk üreten değil, mutsuzluk üreten bir kurum. Ailelerin içine girip baktığınızda nasıl büyük acılar üretildiğini görüyorsunuz. Eğer çok büyük oranda mutluluk üreten kurum olsaydı genel olarak ailenin korunması doğru bir şey olurdu. Burada evlilik içindeki bireylerin tek tek korunmasını ailenin korunmasını esas alan ve ailenin korunması uğruna o evlilik içinde ezilen bireyleri feda edebilen anlayışla mücadele edilmesi gerekiyor. Eğer birey onun içinde gelişiyorsa, mutluysa, kendini gerçekleştiriyorsa o aileye can kurban. Ama hayatı ziyan eden, idareten yaşatan bir kurumsa evlilik o zaman o bireylerin hayatlarını kurtarmayı esas almalıyız.
Türbandaki siyasal çatışmanın kutuplaşmanın simgesi …
Türkiye’de siyasal mücadele ne yazık ki çok yoğun bir biçimde kadın üzerinden yürüdü. Tanzimat’tan beri Batılılaşmanın biraz kılık kıyafetle birlikte gelmesi ve onun ön planda olmasının da etkisiyle olsa gerek… Daha sonra cumhuriyet devrimleri döneminde de Türkiye’nin hangi dünyanın bir parçası olacağı tartışması, beraberinde hep kadınların kılık kıyafetinin ne olacağı ve kadınların kamu alanında nasıl görüneceği tartışmasıyla birlikte yürüdü. Her iki taraf da sık sık kadınları böyle koç başı gibi ellerine alıp birbirlerine çarpıştırdılar. Bu aslında kadının talihsizliğiydi. Belki bu kadar bir simge olmasaydı başörtü yasağı yüzünden Türkiye’de bu kadar çok uzun süre halledilemeyen sorun olarak kalmazdı ve bu kadar da acı çekilmezdi.
Şimdi “Türban simgedir.” diyenler aslında o projenin simgesi başı açık kadın olduğu için bunu simge olarak görüyorlar. Çünkü tayyörlü başı açık kadındı modernleşme projesinin simgesi. Dolayısıyla bir simgeler çatışması olarak görüyorlar bunu. “Bizim simgemize karşı başka bir simge çıkardılar.” diye düşünüyorlar. Böylesine yoğun ve uzun süreli bir siyasal çatışmanın, bir kutuplaşmanın simgesine dönüştü. Kadınlar biraz da buna kurban gidiyor. Türban konusundaki görüşlerim aşağı yukarı 20 senedir yazıyorum. Ama bugün geldiğimiz noktada en azından artık eskiye oranla daha geniş bir kesimde, başını örtmeyen kesim kadınları arasında başını örten kadınları anlamaya çalışma çabasını daha yoğun görüyorum. Zaman zaman köşe yazılarında biraz da karikatür şeklinde çıksa da, “Biliyor musunuz onlar da şöyle yaparmış, böyle yaparmış, manikür yaptırırmış…” tarzında yaklaşımlarla onlara karşı bir merakın olduğunu görüyorum. Toplumda hiçbir zaman için yoğun bir biçimde türban düşmanlığı olmadı zaten. Bu sadece lâik kesimin elit kesiminde söz konusuydu, yasaklanma talebi oradan geldi. Bu yasak ve bu tartışma şimdi artık sadece bizim değil; Avrupa’nın da tartışması hâline geldi, evrensel bir tartışma hâline geldi. Belki Amerika’da tartışacak önümüzde ki zamanlarda.
Kendimi hem doğuya hem de batıya ait hissediyorum…
Hakikaten dünya vatandaşı gibi hissediyorum kendimi sık sık. Yani Amerikalı, İngiliz, Fransız bir kadınla paylaşamayacağım hiçbir şey yok. Onları anlayabiliyorum, onların şartlarını biliyorum. Ben de o şartlarda yaşıyorum. Aynı zamanda Anadolu’ya has, bize has, Doğu toplumlarına has özellikleri de kendimde görebiliyorum. Doğrusu her ikisini de barındıran bir noktada bulunmak bana çok büyük bir zenginlik gibi geliyor.
Şimdiye kadar kadınların siyasete farklı boyut getirdiğini görmedim…
Türkiye’de kadının siyaset yapması dendiğinde neden siyasette çok kadın yok sorusu sorulduğunda hemen şunu söyleme ihtiyacı hissediyorum: Kadın aslında toplumsal hayatın faklı alanlarında da geri bir durumda. Siyaset erkeksi bir alan olageldiği için oraya da en sonlarda girecek. Yani oradaki sayısı belki de daha geç artacak. Bunda yadırgayacak bir şey yok. Zaten kadınlar siyasette erkeklerle eşit oranda olsaydı, iş hayatında aynı şartlarda olsaydı, yönetici konumlarda aynı noktada olsaydı geri kalmış kadın cinsinden bahsetmek abes olurdu ve feminizme de gerek kalmazdı.
Bundan 20 sene kadar önce meslek sahibi 100 kadınla tek tek görüştüm ve bir anket hazırladım. Bırakın sıradan işlerde çalışan kadınları, meslek sahibi kadınlar arasında bile asıl görevinin eş ve anne olmak olduğunu söyleyen kadınlar vardı. Bütün bunların doğal sonucu olarak kadın çalışma hayatında, siyasette de, yönetim kademelerinde de çok fazla görülmüyor.
Kadın siyasete heveslenirken siyasetin belirleyici gücü azalıyor…
Benim dileğim şudur: Kadın siyasete heveslenene kadar siyasetin belirleyici gücü, etkileyici gücü iyice azalmasın. Çünkü görebildiğim kadarıyla siyasi alanların giderek daraldığı bir dönem yaşıyor dünya. Yani bakıyorsunuz hukuk konuları siyaset dışına çıkıyor. Ekonomi konuları giderek siyaset dışına çıkıyor. Siyasi alanın daraldığı bir dönem yaşıyoruz. Bu da apayrı bir tartışma konusu ama kadın ve siyaset deyince değinmek istediğim başka bir nokta var. Sık sık kadının siyasete farklı bir boyut getireceğinden söz ediliyor. Bence bu da, altı çok fazla doldurulamamış bir ifade. Yani ben şu ana kadar hiçbir yerde farklı bir kadın siyaseti üreteni görmedim.
Kadının siyasette varlığı ile farklı değerler sistemi ve farklı bir siyaset tarzı şimdiye kadar çıkmadı ortaya. “Kadınlar daha anti hiyerarşik, daha barışçıl siyaset yaparlar, özel hayat konularına ilgi duyarlar, empati kurma yeteneklerinden dolayı daha uzlaşmacı ve daha hoşgörülü olurlar.” gibi söylentiler var. Fakat bunun henüz ispatlanmış bir örneği yok. O anlamda da fazla hayal kurmamak lâzım. Yani birçok erkek siyasetçi şu anda gayet barışçıl politikalar izliyor. Dünya barış hareketinde erkekler daha çok yer alıyorlar. Çevre duyarlılığı kadınlara mal ediliyor. Cephe örgütlerinde erkek sayısı kadın sayısından daha çok. Yani bu noktalarda parça mikler yaratmak yerine gerçeklere bakmakta yarar var.
Bana kalırsa Türkiye’deki en önemli kadın sorunu, baştan beri söylediğim gibi aile içi rollerin hâlâ yeterince sorgulanmamış olmasıdır.
Türkiye’nin önemli farklarından bir tanesi de tek bir kadın gerçeği olmaması ve farklı kadın kesimleri arasında uçurumun çok fazla olması. Yani bizim hakikaten ezilen kadınımız çok fena eziliyor, kurtulmuş olanlarda Amerika’dakilerden daha özgür durumda. Bizde uçurum çok fazla. O toplumlarda kadınlar arasında fazla uçurum yok. İşçi kadını da, efendim genç kızı da, bilmem 30 yıllık evli kadını da üç aşağı beş yukarı aynı muameleyi görüyor.
Geleceğin en önemli ayrımcılığı yaş ayrımcılığı olacak…
Aslında kadın-erkek ayrımcılığı üzerine konuşmak istemezdim. Size şu kadarını söyleyeyim: Çağımız artık bu ayrımın bittiği ama başka bir ayrımın başladığı bir çağ. Bundan sonraki kuşak uzun uzun yaş ayrımcılığını konuşacaklar. Orada çok büyük bir ayrımcılığın filizleri var. Gençlik tapınması, yaşlılığın horlanması var. Çok büyük çelişkilerin olduğu bir alan orası. Bence biz cins ayrımcılığının sıkıntısını çeken son kuşaklarız. Bizden sonra tabi ki dünya durmayacak başka çelişkiler ortaya çıkacak. Ben oradaki en önemli adayın yaş ayrımcılığı olduğunu düşünüyorum.