
Azem Talegani
Kadın Hakları Aktivisti, Reformist ve Kadın Derneği Başkanı
Azem Telagani devrimin önde gelen isimlerinden Ayetullah Telagani’nin kızı ve İran’ın en güçlü kadın siyasetçilerinden birisi. Cumhurbaşkanlığına adaylığını ilk koyan kadın. Bir kadın hakları aktivisti ve reformist, rejimi birçok yönden eleştiriyor. Aynı zamanda bir kadın derneğini başkanlığın yapıyor. Yayınladığı kadın dergisinin kapatılmasına rağmen fikirlerini başka yayın organlarında ifade etmekten vazgeçmiyor. Torunları olsa da, rahatsızlığı nedeniyle yürümekte zorlansa da köşesine çekilmemiş. Şah döneminin baskılarına muhalefet etmiş şimdi de devrimin baskılarına da muhalefet ediyor. Ama o muhalefetini reaksiyoner olmayan bir tutarlılık içinde ortaya koymaktan kaçınmayan bir reformist.
Devrim hızla gerçekleşti, bunun önemli bir nedeni eski rejiminin çürümüş olmasıydı. Devrimin ilk kuşağı, bir hayli derin ve ciddi çalışan bir kuşaktı. Tabii bu kuşağın bütün İran’a yayılmış olduğunu söyleyemeyiz. Bütün toplumlarda genel olarak halk yığınları aydınların ve liderlerin peşinden giderler. Devrim gerçekleştiğinde farklı bir sürece girildi, bu kuşak içinde ayrılmalar meydana geldi. Merhum babam Talegani’nin sağ olduğu yıllarda bile söz konusu ayrılıklardı bunlar. Bununla birlikte Talegani çok güçlü bir siyasal pozisyona sahipti, İmam Humeyni de onun sohbetlerini ve teorilerini destekliyordu, bu bakımdan her ikisinin içinde bulunduğu devrimci çizgiye karşıt akımlar güçlü değillerdi.Ancak Talegani’nin vefatının ardından bu akımların teorilerini dile getirebilecekleri bir ortam meydana geldi. Bu akımlar, devrimden önceki mücadele ortamına herhangi bir şekilde katkıda bulunmuş değillerdi. Şartlar öyle gelişti ki bu çevreler iktidara geldiler. Kendi iktidarlarını korumayı ya da öncelikli amaç olarak gördükleri için, temel plan ve programlara daha az dikkat gösterdiler. İktidarda kalma eğilimi ya da toplumun geleceği konusundaki ilgisizlik, programsızlık, iktidarı elinde tutan bir grubun ülke bağlamındaki tekelciliği, egemenlik yanlılığıydı problem. Bir toplumun yöneticiliği, iktidarın dağılımını gerektirir. İktidarın dağılımı hiçbir zaman çoğunluğun içindeki bir azınlığa yönelmez. Bu sözünü ettiğimiz kayıtsızlıktan etkilenenlerin bir bölümünü kadınlar teşkil ediyor. Kadınların büyük bir bölümü, hakiki anlamda bir ilgi ve katılım isteğini yitirdiler. Benim mensubu olduğum kuşak ve bunu izleyen ikinci kuşak, memlekette kalma ve bu memlekete hizmet etme inancına sahip. Ancak üçüncü kuşak ve dördüncü kuşak bu amaçlardan uzak görünüyor, biz yapamıyoruz diyorlar; gidip dünyanın herhangi bir yerinde bir hayat kurmayı, çalışmayı ve yaşamayı tercih ediyor.
Savunduğumuz bütün değerler yok oldu…
Bütün bunlar nedeniyle kadınlarımızın büyük bir bölümü, Kur’an’ı tepkisel bir şekilde anlamaya, yorumlamaya başladılar. Aslında iktidar ne kadar doğru ve haklı sözler söylese de halk bu söylenenlere tepki göstermelerine yol açan bir güvensizlik içindedir. İktidar özgürlük, düşünce, ifade özgürlüğü ve benzeri konularda etkin olmasını sağlayacak bir adaleti gözetmiyor, ayrımcılık yapıyor, toplumu sınıflandırıyor; hem bu iktidardan kaynaklanan sınıflandırmanın, hem de ekonomik ve politik sınıflandırmaların etkisiyle toplum siyasal açılardan gelişme göstermiyor. Bütün bunlar birikmiş sorunlardır. Bana öyle geliyor ki bu sorunların bir kısmı İslam’a, Kur’an’a ilişkin okumalardan edinilen farklı algılamalarla, bu algılamalardan kaynaklanan yönlendirmelerle ilgilidir. Ancak ben devletin dayattığı bazı doğrulara tepkisel hareketleri anlasam bile, doğru olanı bana dayatılması nedeniyle terketmeyi düşünmüyorum. İktidarla başka yollarla yüzleşmek gerekir, dayatmalarla başka yol ve yöntemler izlenerek de mücadele edilebilir. Doğruyu inkar yoluyla tepki göstermek topluma zarar verecektir. Bu tür bir yaklaşımla toplumda bir boşluk hissedilir. Bu siyasal bilince ilişkin boşlukla birlikte, derin bir sosyolojik bakış da olmadığında sorun kördüğüme dönüşür. Bu kördüğüm pesimist bir yaklaşımı da yanında getiriyor. Peki ne yapmamız gerekir bu şartlarda, diye sorduğumuzda, hiç bir şey, deniliyor, ne kadar düğümlenirse düğümlensin sorunlar, biz hayatın tadını çıkartalım. Ne düşün, ne de düşünmeyi öğren! Düşünceyi bırak ve sâdece hayatın tadını çıkar! Bu hayatın tadını çıkartma da bazen manevi ve irfani değil, insanlığa hizmet etmeye yönelik olarak da değil, sadece fiziksel doyum çerçevesinde görünüyor. Bu çerçevede biçimlenen hayatta ise insanlıktan, yaşlıların haklarına riayetten, büyüğe saygıdan, yoksulların korunmasına ilişkin sorumluluklardan söz edemezsiniz. Bizim ülkemizdeki muhalifler uzun zamandır bu yana bu tehlikenin farkında bulunuyorlar. Bizim bütün kaygımız, çektiğimiz bütün sıkıntılar bu sonuncu kuşakta savunduğumuz değerlerin büyük bir bölümünün yok olması ihtimalinden kaynaklanıyor.
Tesettür kadınların kendi seçimine bırakılsaydı daha kalıcı olurdu…
Ben devrimin başlarında Pakistan’a bir yolculuk yaptım. Katıldığım bir toplantıda, Pakistanlı alimlerden birkaçının bizi eleştiriyorlardı:‘ Eğer kadınların örtünmesini sağlayabilirseniz, o zaman devriminiz gerçekten de İslami olur.’ Bu düşünce İran içinde de şu şekilde dile getiriliyordu:” İslam toplumu, kadınların tesettürlü olduğu bir toplumdur.” Bu bakış açısına göre sanki İslami bir toplumda devletin parasını zimmetine geçirmek, rüşvet yemek, halkın hukukuna riayet edilmemesi, vatandaşlık haklarının çiğnenmesi, cinayetler işlenmesi, benzeri hiçbir konu, kadınların nasıl giyindiği kadar önemli ve hassas değil.Oysa özellikle vurgulanan adalete riayet açısından, bu konunun kültürel yollarla çözümlenmesinin tercih edilmesi gerekirdi. Bunun zorunlu kılınmaması gerekirdi. Ki devrimin başında şartlar çok başkaydı, bazen caddede taksi bekleyen hanımları arabama bindirir ve nereye gittiklerini sorardım, çarşaf almaya, başörtüsü almaya gittiklerini söylerlerdi. Niçin derdim, şimdi artık rejim değişmiştir, örtünmem gerekir derlerdi. Tesettür, başörtüsü, kadınların kendi seçimine bırakılsaydı, kuşkusuz daha kalıcı olurdu. Bu gerçekten çok üzücü bir durum. Bütün kadınlara tesettür veya başörtüsü mecburiyeti getirilmesi, bunun kanunla mecbur edilmesi yerine, “tesettürü hiçbir şekilde zorunlu kılmayın, hanımları buna mecbur etmeyin, bilakis gelin toplumda sade yaşamaya sevkeden bir kültürün yayılmasını sağlamak için çalışmalar yapalım” diyorduk. Bizler tesettür konusunda hala ilkelerimizi koruyorsak, bunu, tesettürün kanunlaştırılmasından çok önce seçmemiz nedeniyledir. Ben Şah zamanında iki ay üniversite kapılarında kaldım, kaydımı yapmıyorlardı, çünkü örtülüydüm. Ancak biz bir gruptuk, birlikte direndik, alimlere mektuplar yazdık, bu alimler Şah’la konuşmalar yaptılar ve sonuçta bir esneme oldu, bize üniversiteye girme izni verdiler. Rıza Şah’ın kadınların örtüsüne karşı baskıcı politikalarının sürdüğü dönemlerdi ve babam 1940 yılında bu nedenle hapse düşmüştü. Sokakta bir bekçinin çarşaflı bir kadının arkasından süratle koştuğunu görüyor, kadın çarşafını tutmaya çalışıyor, adam ise ayaklarıyla çarşafı yırtmakta. Babam bekçiye müdahale ederken, adamın kendi giysisine bakmasını ifade eden sözler söylüyor ve sonra tutuklanıp hapse atılıyor; Rıza Şah’a hakaret ettiği gerekçesiyle. Çünkü bekçinin giysisi Rıza Şah’ın giysisine benziyormuş. Kısacası merhum babam bir süre tek kişilik hücrede yattı. Demek istediğim, hem o türlü zorbalık, hem bu türlü zorbalık; ikisi de aksi sonuç verdi.
Şeriati sembollerle kadınıa farklı bir ışık tuttu…
Şeriati özellikle, İslam’ın gündem dışına itildiğinin düşünüldüğü bir dönemde çok önemli bir rol üstlendi. Düşünün ki müslüman bir kadının hiçbir şekilde toplum içinde faal olamayacağı, çalışamayacağı, tahsil göremeyeceği, yönetici konumunda bulunamayacağı, kadının karar verme gücüne sahip olmadığı düşünülüyordu. O şartlar altında Şeriati geldi ve biliyorsunuz, ‘dünün kadını, bugünün kadını ve yarının kadını’ başlığı altında bu konuyu tartışmaya açtı. O kadınlar için İslâm tarihindeki sembollere ışık tuttu, o sembollerin temsil ettiği konumları çok çarpıcı bir dille tasvir etti. Şeriati bir sosyolog olarak, derin araştırmalar gerçekleştirdi ve İslam’ı farklı açılardan göstermeyi başardı. Ben, on iki yaşımdaydım, babam Doktor Şerîatî’nin “İslâmbilim”ini verdi elime, okumam için.
Cumhurbaşkanı olmak için erkek olmak şart mı?
Anayasamızın 115. maddesinde, cumhurbaşkanı olabilecek kişilerin dini ve siyasi ricalden olması gerektiği ifade edilmiş. Rical denilirken sadece erkeklerin kastedildiği şeklindeki yorum, yaptığımız araştırmalara göre yanlış bir yorumdur. Bu görüşümüzün en önemli kanıtı şu: Bizim dilimiz farsça. Farsçaya diğer dillerden gelmiş olan kelimeleri, verdiğimiz anlama birebir karşılık geliyor olarak göremeyiz, aksine bunların ıstılahi bir anlamda anlaşılması gerekir. ‘Rical’ kelimesi Kur’an’da en az on dört on beş kez geçiyor ve çoğu zaman erkekler bağlamında kullanılıyor. Ancak bazı durumlarda ricalle, eğitilmiş seçkin ve topluma etki eden insan türü kastediliyor. Başvurduğumuz sözlükteki “ricâl”in anlamı da budur. Kur’an’da “ricâl” veya “recul” denildiğinde ya doğrudan ya da bazen dolaylı ifadeye o anlam biçildiği için, bir ipucundan hareketle erkek kastedilmiş sayılıyor, ya da dosdoğru kadın muhatap alınıyor. Konuştuğum çoğu uzman ve alim şahsiyetlerin görüşlerine göre ricalle kastedilen, erkekler değildir. Bu nedenle Anayasayı Koruma Şurası’nı bu konuda doğru yorum yapmaya mecbur etmek, bu konuda tartışma başlatmak için, Sayın Hatemi’nin aday olduğu 1997 yılında cumhurbaşkanlığına aday oldum. Şura benim adaylığımı reddetti. Bu son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir kez daha aday oldum. Bu sefer muhafazakar kesimden de birçok hanım cumhurbaşkanlığı için adaylıklarını koydular. Dikkat çekici bir gelişme, değil mi…Fakat benim adaylığımı koyarken asıl amaçladığım Anayasayı Koruyucular Şurası’nı bu konuda bir açıklama yapmaya mecbur etmekti. Niye cumhurbaşkanlığına aday olduğumu açıklayan bir bildiri yayınladım ve şurayı açık konuşmaya çağırdım. Sonunda bir cevap vererek ‘rical’den kastedilenin erkek olduğunu söylediler. Bize göre bu yanlış bir cevaptır. Toplum içinde çalışıyoruz; gittiğim her yerde, çok ilginçtir, kadınlar bu konuyu soruyorlar. Artık ricalle kastedilenin sadece erkek olmadığı konusu gündeme gelmiş durumda.
Radikal feminizm erkek varlığını sürgüne gönderiyor…
Bizim kadınlarımızın çoğu henüz sorumlu bir birey olduğuna inanmış değil. Toplumun yapılanmasında erkek için söz konusu olan sorumluluğun aynısı, kadın için de geçerlidir. Erkeklerimizin ve kadınlarımızın hayatının önemli bir bölümü, toplumun temel çekirdeği olan aile kurumu etrafında biçimleniyor. Kadın hareketleri içinde yer alan kadınlar, resmi olarak haklarını kabul etmeye hazır olmayan erkekleri zorlamaya çalışıyorlar. Bu mücadelenin sonucunda erkekler bu hakları tanıyabilirler, tanımamaları durumunda ise erkekler bir konum ve rol sıkıntısı yaşayabilirler. Erkekler için bu tür bir tehlike varlığını korumaya devam ediyor. Şöyle ki: Radikal feminizm Erkek varlığını sürgüne gönderiyor. Bu da daha önce gerçekleşen baskıların, zulümlerin bir sonucu. Dolayısıyla, erkeklerin bu alanda denkliği kabul etmeleri gerekir. Erkek-egemen toplumun anlaması gerekir ki, adalet tahakkuk etmiyorsa, denkliğe riayet edilmiyorsa ve kadınların vatandaşlık hakları gözetilmiyorsa kendileri de yok olurlar. Bunun yanında aile asaletini yansıtan, tarihin daha çok aile kanalıyla bir sonraki kuşağa intikal ederek oluştuğu bir toplumda aileye önemli roller düşmektedir. Ancak bu aileyi tanımlayan başlıca kelimeler, muhabbet ve aşk olmalıdır. Muhabbet ve aşk yok olmaya yüz tutmuşsa, bu durumda kanunun koruyuculuğuna ihtiyaç var demektir. Yani kanunun sağlam olması gerekir, insan hakları kanunda o şekilde gözetilmeli ki, erkek olsun kadın olsun herkesin hakları bu yolla korunmuş olmalı.