Fatma Betül Mardin
Halkla İlişkiler Uzmanı
Betül Mardin Türkiye'nin en büyük halkla ilişkilercisi olarak tanınıyor. İstanbul'un tanınmış ailelerinden Mardin ailesinin kızı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki modernleşmeyi anlatan lüküs hayat operetine konu olmuş olan ailesi Türk modernleşmesinin öncü isimlerinden birisi… Ancak buna rağmen bir kız olarak hayatında pek çok yasakla karşılaşmış, üniversiteye gitmesine bir erkek ile yanyana ders görme fikrine itiraz ile izin verilmemiş. Evlilikleri, boşanmaları, inatla sürdürdüğü çalışma hayatı, başarısı ve kendi kariyerini kendi oluşturan bir kadın olarak Betül Mardin çok renkli bir sima. Hala çalışıyor, üniversitelerde ders veriyor, konferanslara katlılıyor… Halkla İlişkiler duayeni bir Türk kadını olarak hem Türkiye'de hem de dünyada tanınıyor.
Hayatımı kısaca anlatmak bana şimdi çok hoş geliyor. Şöyle başlayalım o zaman: “Bir varmış bir yokmuş”. Geri gidiyoruz 78-79 sene evveline, Cumhuriyet ilan edileli daha üç dört sene olmuş. Ekrem Reşit ve Cemal Reşit ailemin en yakın dostları imiş. Onlar o sırada “Lüküs Hayat” diye bir operet yazıyorlarmış. Hani “Şişli’de bir apartman!”… O biraz bizim apartmana kinayedir, yani o benim doğduğum apartman. Hem ailemin çok yakın dostları, hem de alay ediyorlar sözüm ana annem ve babamla. Babam ve Annem Paris’te hep onlarla birlikte olmuşlar, birlikte operetlere filan gitmişler. Babam bankacı, staj yapmış Paris’te, sonra geri gelmiş. Çok hoş böyle cumhuriyetin yeni çocukları onlar, Alomance, İngilizce, Fransızca biliyorlar fevkalade…
Gelelim öteki tarafa, ben ikinci kız olarak doğuyorum, bir Arap ailesine… Kıyamet kopuyor. Annem üzüntüden bayılıyor kızım oldu diye. İsim bulamıyorlar bana. Ben ikinci kız olarak atılıyorum oraya. Annem baygın. Büyükbabam geliyor, annemin babası, Şeyh İslamoğlu. Almanya’da yaşamış, çocuklarını orada okutmuş. Kastamonulu bir milletvekili. “İkinci kız. Napacağız şimdi?” demişler. “Kuran-ı Kerim getirin” demiş. Cumhuriyet devrindeyiz. Gelmiş, açılmış, büyükbabam elini Betül ismi üstüne koymuş. Demiş ki “Meryem Betül” Yani Meryem Ana’nın sıfatları demek. Babamın annesi gelmiş hemen, hani dizilerde olur ya, öyle hemen. Demiş ki “Ne olacak Arapça bilmeyen insanların çocuğuna böyle isim. Hem bu kız ilelebet bakire mi kalacak, hiç evlenmeyecek mi? Ne o öyle Meryem” “Olmadı Fatma Betül koyalım bari” demişler ve beni kurtarmışlar. Yani ben ismi ancak birkaç gün sonra konulabilen bir çocuk oluyorum. Cumhuriyet henüz yeni. Dolayısı ile şöyle bir şeyi en baştan kabul edelim. Cumhuriyetin başında, eski ve yeni, ikisi birlikte, çok kuvvetli bir şekilde gidiyorlar. Sonra, yeni, eskinin üzerine çıkıyor.
Ben dilsiz doğmuşum. Beş yaşıma kadar konuşmamışım. Sebepleri çeşitli… Sebeplerden bir tanesi Osmanlı… Sol elimle yazıyormuşum. Sol el kötüdür ya, çok dayak atmışlar bana. Beynimde bir merkezi çökertmişler dövmekten. Bu bir… Bazı doktorlara nazaran ise aile içinde çok çeşitli dil konuşuluyormuş. Dadımız İsviçreli, annem onunla Almanca konuşuyor. Babam Fransızca konuşuyor, evde büyükannem var Farsça konuşuyor, Fransızca konuşuyor, büyükbabam Türkçe konuşuyor, Almanca konuşuyor. Ben şaşırmışım. Üstüne üstlük bir de Ermeni dadı da var evde. Fıttırmışım dediler…
Peki, beni kim kurtarıyor? Atatürk! Atatürk yemeğe geliyor. Hemen bizim zenci kalfa, “Hakan’ın ekmeği yedirilecek” diyor, “çocuğun dili açılır.” Hakan yok ama Atatürk var. Atatürk’ ün ekmeğini çalıyorlar. Düşünün adam ne kadar şaşırmıştır. Sonra zorla bana yedirmişler, zavallı solak Betül’e… Ama dilim açılmış. Atatürk’ün ekmeğiyle. Bir daha da susmadım zaten.
O günlere dair hatırladığım başka neler var? Bir gün devrin önemli siyasetçilerinden Hacı Adil Bey, -ki eniştemizdi-, o geldi. Ben sanırım bir yerde oynuyorum, O büyük amcamla balkonda konuşuyor. “Yahu bundan böyle cumartesi pazar tatilmiş.” “Ne?” “Evet”. “Bundan sonra perşembe cuma yok, cumartesi pazar tatil var.” “Nasıl olacak?” “Alışacağız efendim, alışacağız.” Bunu iyi hatırlıyorum…
Sonra Soyadını hatırlıyorum. Soyadı alınacak dendi. Masaların üstüne lügatler açıldı, isim aranıyor. Babamın işi kolaydı. Zaten ‘Mardinli zade’ diye tanındığı için Mardini diye gönderiyor. Atatürk de diyor ki, “Onlar ‘i’ yi kaldırsınlar. Mardin’ i bütünüyle alsınlar.” İşte Mardin ensemizde böyle kaldı. Şimdi çok gururluyuz tabi.
Şimdi ben Beş yaşında falan “be, bu” diyince büyük bir sevinç oluyor evde. Ekmeği de yemişim içleri rahat. Doktora götürmek falan diye bir şey yok. İşte bakın bu öteki taraf. Bir de Cumhuriyet tarafı var, o da babamın… Babam ısrar etmiş bir doktora götürsek diye doktor da benimle uzun uzun konuşmuş. O bana bir şeyler anlatmış ben anlamamışım. Fakat adam sonunda demiş ki “Bir zeka pırıltısı var. Çocuk aptal değil. Bekleyelim” demiş. Adam aslında haklı çıkmış.
Ben konuşunca bilin bakalım ne yapmışım. Fransızca konuşmuşum. Evde panik olmuş. Demişler “Bu başka türlü bir şey. Nedir bu?” “Hemen” demiş büyükbabam, Turşucu olan, kafası işleyen… “Bir okula koyalım, derhal Türkçe’ ye dönsün” demiş. Altı yaşımda okula girdim. Hatırladığım, okuyamama, söyleyememe… Bana bir ay gösteriliyordu ama söyleyemiyordum ki… Büyük bir şans eseri, benim şansım öğretmenimim şanssızlığı… Öğretmenimin bir yıl önce çocuğu tifodan ölmüş. Kadın bir benzerlik gördü bende, ağlayarak bana sarıldı ve beni bir yerde evlat edindi. Onunla hayatım değişti. Bana zorla ay dedirtti.
Ben de türkiye’yi kurtaracağım…
Şimdi şöyle bir şey çıkıyor; devrim mevrim, severek ise oluyor. Biz çok severek girdik. Ben altı yaşında konuşmaya başladığımda, “Türküm, doğruyum” diye sabah vücudumuza bir enerji giriyordu 40 dakika yol yapmış gibi. Tutana aşk olsun. Böyle çıkıyorduk. “Ben! Ben de Türkiye’yi kurtaracağım”, “Ben senden daha iyi kurtaracağım.” Hap bu hava. Eve dönüyorduk. Evde de aynı hava devam ediyordu. Yani hiçbir yerde bir takıntı yok, ailemizde herkesin başı açık herkes namaz kılıyor. Herkes normal bir hayat yaşıyor camiye gidiyor, ramazanda oruç da tutuyor. Ama radyo dinlemeye çalışıyoruz. Başka lisanların kitaplarını okumaya çalışıyoruz.
Bizim belki en büyük şanslarımızdan biri Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Klasikleri tercüme ettirmişti. Klasikleri okuyorduk ben 8 yaşımda falan Plato’yu okudum. Böyle bir genel bilgiden de doluyorsunuz.
Okul bitti. Koleje girdiğimizin ikinci yılında babam banka müdürü olarak Mısır’a tayin edildi. O dönem Harb çıkmış, kıyamet kopuyor. Babam beni seven arkamdan gelir dedi. Altı ay sonra annem bizi üç çocuğu toparladı. Görüyorsunuz her şeye rağmen gene o gelenek var. Hep beraber Mısır’a gittik.
Mısır’a gittiğimiz zaman her akşam bombalar atılıyor, kıyamet kopuyor. Beni bir İngiliz okuluna koydular. O İngiliz okulunda İngilizce’ m ilerledi. Birkaç şeyi anladım ben; Mısır İngilizlerin müstemlekesiydi. Ben “Müstemleke”nin ne olduğunu anladım. Savaşın ne olduğunu anladım. Türkiye’de yoktu bunlar. Ben birçok şeyi orada şahsen gördüm. Atatürk çocuğu olarak öğrenmeye açım ya, daha çok bakıyordum her şeye. O bombardımanlarda ceset de gördüm, çok kötü günler geçirdik. On iki on üç yaşımda döndük İstanbul’a, koleje devam ettik. Her sene Mısır’ a gidiyoruz. Babamla oluyoruz. Böyle, Mısır’la İstanbul arasında babamın yanına gidip gelirken benim İngilizce’ m çok ilerledi.
Bir iki kural edindim. Bir tanesi -çok şaşıracaksınız tabi- iyi konuşma. “İyi konuşmam lazım” dedim. Konuşmanın önemini gördüm. İkna etmenin önemini gördüm. Daha o yaşta. Çünkü Ailenin kaideleri o kadar sertti ki, onları müzakereyle lehime çevirme meselesi çok önemliydi. Dolayısıyla İkna ve konuşma kuralımın içinde İngilizcemin ana dil kadar kuvvetli olması Türkiye’nin dışarıda tanıtımında -bakın on dört yaşımdayım- bana yardımcı olur kararına vardım. Çok çalışkandım. Tahmin ediyorsunuz. Her yere maydanoz olurdum. Münazara diye tartışmalı programları vardı Kolejin, onların hepsinde vardım. O kulübün başkanıydım gayet tabi. Çünkü benim kuralım o, onu yapmaya mecburum. Ama neden mecburum o da belli değil, beni bir şey itiyordu ona.
Kolejin son sınıfına geldiğimde ablam bir buçuk ay içinde öldü, birdenbire. Öksürüyordu, eve gitti, röntgenler yoluyla verem teşhisi kondu. Sanatoryum o zaman var, antibiyotik olarak da penisilin yeni çıkmış onu getirttiler babama, olmadı. Adada bir ev tuttuk yanlış yerdeymiş, rüzgâra maruz kalmış. Haziranın altısında hastalandı, ablamı ağustos ayında kaybettik. Ablamı kaybettiğimiz zaman Hiroşima’ da bomba patladı. Bizim için ha Hiroşima, ha bizim evdeki felaket.
Okula gidebilmem için babamın ikna edilmesi gerekiyordu…
O zamanlar bir felaket daha yaşandı. On beş gün sonraydı, annem odama geldi. “Hayrola annecim?” “Sen” dedi, “artık okula gidemezsin”. “Anlamadım”, dedim. “Lise sondayım, ne demek?” “Yok”, dedi, “gidemezsin çünkü sen şimdi bizim tek kızımız kaldın. Baban diyor ki” –hala bilmiyorum babam mı diyordu- “O bizim tek kızımız kaldı artık yanımızda kalacak her gün bakacağız ne yiyor ne içiyor.”… Bu olamaz, babamı ikna etmeliyim. İyi konuşmam lazım diyordum, münazaralara katılıyordum dediydim ya, konu ikna… Gece saat sekizde başladı müzakere. Annem götürüyor, geri getiriyor, götürüyor, geri getiriyor. Biliyorsunuz şunlar var iknada: Baktınız ikna edemiyorsunuz, nerden ikna edebilirim diye aranıyorsunuz. Bir yer buluyorsunuz. Daha doğrusu kapının içinde bir yere ayağını ucunu koyuyorsun “kımtırak!” deniyor ona onu sokacaksın açmak için. Baktım ki mesele okul değil, mesele benim her gün görülmem. Çünkü yatılıyım.“Ben her gün mektebe gündüzleri giderim, geceleri eve gelirim. Her gece sütümü balla içerim, sabah da beni tartarsınız. Bana bir otomobil tutarsınız. Taksi. Birkaç kişiyle beraber, parayı bölüşürüz. Beni her gün götürür, geri getirir. Kimse beni görmez, ben de kimseyi görmem. Okula giderim gelirim” “Ha!”, demiş babam, “bu olabilir.”
İkna edildiler ve ben okula gittim. Okulu bitirdim. İkinci büyük şey başlıyor şimdi. Psikiyatri okumak istiyorum. Beş yıl tıp, iki sene… Yedi sene. Amerika’da bir okul buldum kendime. Bak bak bak. O zaman bilgisayar yok. Oradan buradan, konuşa konuşa buldum. Gideceğim ama nasıl gideceğim? İkinci büyük patırtı başladı. Orda ikna olmadılar. “Sen bizim yanımızda olacaksın.” Dediler. “Tamam, mühim değil, hukuk yaparım”. Dedim. Bakar mısınız? Psikeatriden hukuka geçtim. Dediler ki; Büyük amcam çok büyük bir profesör ordinaryüs, hukukçu. Toprak hukukunu yazan adam. O bile telefon açmış, -demişti ya doktor bu kızın gözünde bir ışıltı var galiba zeki, amcam da aynı şekilde- demiş ki “Betül’ de bir şey var. Bunu hukuka alalım, avukat yapalım.” Babam dedi ki “katiyen”, bana geldi bunu dedi “unutacaksın. Erkeğin bacağı bacağının yanına gelemez. Bu kadar bitti.” Yalnız kadınlardan da üniversite yok. Bakın, o devreye kadar ne kadar da cumhuriyetçi bir adam fakat orda ailenin kuralı devreye giriyor. Bitiyor. Tekrar Düşündüm taşındım, neye izin verebilirler, tüm kızların gittiği bir okula. O da Akşam Kız Sanat. Yemek, içmek, biçki, çiçek, ne varsa. Oraya gidebilir miyim? A tabi. 4 yıl fevkalade yemek yaparım, fevkalade çiçek yaparım, ayakkabı yaparım hiç mesele değil yaparım. Ha! Neye yaradı bu? Şimdi geleceğim ona. Kariyerde…
Bu arada tabi her iyi Türk kadını gibi evlendim. Kocamla pazarlık yaptım. “Biz evleneceğiz ama üniversiteye gideceğim.” Yok, dedi, nerden çıktı böyle bir şey? Eve geleceğim, yemek pişireceksin.” Gitti. “Dur bakalım” dedim. “Belki yumuşar?” dedim ama yok, yumuşamadı. Çocuğum oldu.
Bir hanımefendinin çıkardığı bir kültür sanat dergisi vardı. Benim İngilizcem de iyi. Bana dedi ki “bir şeyler yazar mısın?” “Tabi”, dedim. “Mesela” dedi “Picasso”. Yazıyorum para vermiyor. Aradan birkaç sene geçiyor, dergi otuz sayfaysa ben yirmi beş sayfasını yazıyorum, kadın para vermiyor. Dolayısıyla ben amatör kalıyorum. Ailede akıllı bir amcam var yeni vefat etti. Ona gittim dedim ki “ben nasıl yapacağım bu durumu?” “Kadına git de ki iki- üç lira ver ama ben para almış olayım senden ki ben artık profesyonel olayım.”
Kadıncağıza gittim kadın “estağfurullah!” diyor bana devamlı. Halbuki bu işte bilmem gereken bir şeydi. Durmadan “estağfurullah!” diyor. “Ben nasıl sana para verebilirim?” nasıl olabilir. Yahu bu kadın beni ne olarak görüyor? Öyle bir görüyor ki kadın, ben para alamam, ben başka bir dünyanın kadınıyım. Gözümde bir ışıltı var ama o ışıltıya para verilmiyor. Bana antika bir Çin vazosu verdi. Salonumun tam ortasında duruyor, çünkü onunla başladım. Ben onu aldım, artık çıldırdım.
Bir de Mısır’daki malımıza hanedandan olduğumuz için el kondu. Yani Mısır’dan da para gelmiyor. Kocama gittim ve dedim ki ben çalışacağım ve para alacağım, evin parasına yardımcı olacağım, çünkü artık benim gelirim kalmadı. Biraz güç oldu ama ikna oldu. Ben –burası çok mühim- bir akşam altıda Tercüman gazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürü ile tanışmak üzere bir küçük resepsiyona geldim. 40 kişi var da onlar da var. Ben de geldim. Yazı İşleri Müdürünün yanına gittim, dedim ki “Çalışmak istiyorum ben efendim.” “Ne yaptınız en son?”, dedi. “Falan dergide iki senedir yazıyorum, Garcia Lorka’nın hayatı üzerine bir derleme yaptım!” dedim. Bunun üzerine İspanyolca Garcia Lorka’nın şiirini okumaya başladı. Ben de adamın gözünün içine baktım aynı şekilde Melih Cevdet Bey’ in tercümesiyle aynı şekilde cevap verdim. “Yarın saat ikide işe başlayın.” dedi. Adamın ödü patladı.
Kariyerimi şaşırtarak elde ettim…
Şimdi anladım ki şaşırtmanız lazım. Kariyerimdeki asıl büyük başarım şaşırtmadan gelmiştir. Ben insanları şaşırtırım. Hiç beklemedikleri bir şey yaparım. Yaratıveririm bir şey, şaşırtırım. Onlar da o kadar şaşırdılar ki… Bir hafta sonra Tercüman gazetesinde bana bir sayfa verdiler. Ben de yazı işleri müdürlerinden biri oldum. Sayfa çizmesini bile bilmiyorum. Hemen biri geldi, “Ben size öğretirim.” dedi. Öğretti, anladım bu işi. Başladım. Para yetmedi. Dediler ki “Hafta sonu çizgi romanlarımız var onları tercüme eder misiniz?” “Ederim!” dedim. Ondan da para aldım. Ben birdenbire cumartesi Pazar dahil gazeteci oldum.
Seninle evlenirim ama beni üniversiteye gönder…
Evvela kocamı boşadım. Bitti çünkü çalışıyorum vakit yok. Her şeye rağmen adam eski. Böyle bir şeye tahammül yok. Bitti! Tercüman’ da birkaç sene çalıştıktan sonra Amerikalılarla çalıştım. Onlarla yapamadım tekrar gazeteci oldum. Yeni Sabah’ ta çalıştım. İkinci kocam Haldun Dormen ile evlendim. Ona da dedim ki seninle evlenirim ama beni üniversiteye gönder. “Sen evvela tiyatroya gel” dedi. E tiyatrocu adam, tiyatrosu var, oyuncuları var, hakikaten ben nerdeyim? Dolayısıyla bir taraftan gazetede çalıştım bir taraftan tiyatroya yardım ettim tercümeler yaptım. Yani filmde, tiyatroda ve gazetede çalışıyorum. Dolayısıyla gazetecileri, tiyatrocuları, reklamcıları, sinemacıları tanıyorum. İnanılmaz bir çevre oluşturmaya başladım.
1964 senesinde benim evime her zaman gelen bir oyun yazarı, Turgut Özakman vardı. Bana “TRT’de de çalışır mısın?” dedi. “O da ne?” dedim ben. “Yeni kuruldu.” dedi “Türkiye Radyo Televizyon.” “Ne yapıyorsun?” dedim, “Ben”, dedi, “Oranın programının başındayım”. “Ne diyorsun!” dedim “Sen oyun yazmıyor muydun?” “Onu da yaparım onu da yaparım!” dedi. Peki dedim ve beni TRT’ye aldılar. Haldun çok istedi çünkü biliyordu benim bu çırpınmamı. Üç sene radyoda çalıştım ve üç sene sonunda TRT beni BBC’e göndermeye karar verdi. Televizyon açılıyor dedi.
Ben oraya gitmeden Haldun ile boşandık. Aynı vaziyet yine. Ya çalışacaksın ya evli kalacaksın. Ama hala çok iyi dostumdur o benim. İkinci çocuğumun babasıdır. Hatta bir telefonda ben Haldun’ a demişim ki “Ben tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacım patlayacağım.” “Allah Allah! Birini mi sevdi acaba?” demiş Haldun. O kadar anlamıyor ki başka yerdeyim.
TRT’ de Londra’ dan sonra Ankara’ da oturdum televizyonu beraber kurduk, ben oyun bölümünü kurdum orda çalıştık. Sonra dedim ki “Çocuklarım İstanbul’ da beyefendi. İstanbul televizyonu açılmıyor ben gidiyorum!” Kırk yaşındaydım İstanbul’ a geldim işim yok gücüm yok babama gittim. Dedim ki “Baba bana iki ay kadar para verebilir misin?” Senelerdir böyle bir şeyle hiç karşılaşmamış. “Bir iş kurmayı düşünüyorum” dedim. “O zamana kadar bana para verebilir misin?” dedim. “Peki!” dedi. Düşündüm taşındım. Reklam şirketi kurmaya karar verdim. Akbank’a gidip yönetim kurulu başkanına dedim ki “Ben reklam yapmak istiyorum.” Bana “Onu bırak da ben bir şey söyleyeceğim üç bin beş yüz kişi var burada çalışan, ben bir şey söylediğim zaman ağlamaya başlıyorlar, onlar söylese benim vaktim yok. Sen çalışanlarla konuş, onların dertlerini bana getir, ben de onlara kızdığımda sen onlara götür.” “Bu ne bu” dedim ben. “Bilmiyorum böyle bir şey işte ihtiyacım var, para da vereceğim” dedi. “Yukarı çık Genel Sekreterle konuş” dedi. Hamit Belli. “Hamit” dedim “Nedir?” dedim “Dışarıda böyle bir meslek varmış?”, “Sen” dedi “Araya giriyorsun Beşeri münasebetleri sağlıyorsun ama bunun adı nedir bilmiyorum?” dedi. “Kaç para?” deyince bayağı da bir para veriyordu. “Peki!” dedim, eve geldim telefon çaldı Selahaddin Beyaz. “Bir plak şirketi kuracağım da sana orada ihtiyacım var”, “Ne yapacağım orada?” dedim, “Şarkı söyleyenleri tanıtacaksın” dedi. Reklam sandım ben de. O da para veriyor. Bu da iki. Üçüncü telefon. Birisi dedi “Kervansaray Lokantası var ya!” dedi “Var!” dedim, “Oranın sahibi seninle konuşmak istiyor” diyince, “Her şey bitti bir lokanta sahipleriyle konuşmadığım kaldı!” dedim. Kalktım gittim, adam “On bir lokantam var” dedi “Zincir, siz mönülere bakacaksınız. Sanıyorum mönülerde hata işliyorum, bazı insanlar o mönüleri beğenmiyorlar. Bu işe siz bakın. İngilizce ve Türkçe reklam metinlerime de bakacaksınız galiba hata işliyorum. Bir de bazen haber yolluyorum orada da hata işliyorum.” Adamın suratına bakıyorum. Adam PR’ı anlatıyor. “Ve bunun için iyi para vereceğim size” dedi. “Benim başka işlerim de var” dedim. “Haftada bir gün, akşamları iki saat, ayrı kapıdan gireceksiniz sizi kimse görmeyecek” dedi. Adımımı attım. İki ayda on müşteri. O kadar çok para kazandım ki babamdan telefon geldi. “Gelir vergin artıyor, dikkat et.” diye. Bakar mısınız sanki bir şey yapıyormuşum gibi.
Başladım kitap aramaya. Bilgisayar yok, Amazon yok, Google yok, dışarılara kitap aramaya gittim ve kendi başıma bunun adının Publication olduğunu öğrendim. Hallelujah! Yani nihayet kitapları aldım geldim. Yapıyorum, bakıyorum, olmuyor Türkiye’de o, Diyorum ki bu Türkiye’de böyle olmuyor. Başka türlü yapıyorum… Tamam. Bu Türkiye’de oluyor. Ben böyle bir vaziyetteyim.
Üç sene geçti aradan. Çok başarılıyım ama tek başınayım. Tek başıma boynu kesilmiş bir tavuk gibi koşuyorum. Üç sene sonra gene o Akbank’taki adama geldim dedim ki “Ben bunu burada yapıyorum ama dışarıda da böyle mi bilmiyorum, belki uluslar arası değildir benim yaptıklarım, ben buna tahammül edemem” dedim. “Seni Londra’ ya tayin ediyorum” dedi. “Oradaki bir büyük kuruluşta PR yapmak üzere.
Düştüm kalçamı kırdım, sakat kaldım tam o ara. O vaziyette gittim ameliyat oldum ve oraya yerleştim. Dört yıl orada halkla ilişkiler- pazarlama yaptım. Bayağı bir şey öğrenip geldim. Beni buraya kim getirtti, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kurucusu Nejat Bey. Eve geldi ve bana “Üç haftanı verebilir misin festival başlatıyorum!” dedi. O da herhalde bir ışıltı gördü gözümde Üç hafta sonra festival başladı ben tekrar Londra’ ya döndüm ve her tarafa istifamı verdim tekrar İstanbul’ a döndüm. İlk büyük müşterim dolayısıyla festival oldu. Ondan altı ay sonra Allaaddin Asna ile beraber A ve B’yi kurduk. A o, B bendim.
Şimdi Alaadin’le başlayınca Türkiye’nin bu ilk halkla ilişkiler danışmanlık şirketiydi Türkiye’de biliyorlar da bilemiyorlar. Ecnebiler yani yabancı şirketler farkında onlar biraz daha içe dönük bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ama firmalarla çalışmaya alışık değiller. Zaten birinci firmayız. Çok uzun süre müşterisiz çalışmalar yaptığımızı hatırlıyorum. Bir iki dergi çıkardığımızı, bir iki böyle istenmeyen olay oluyor o zaman bize başvuruyorlar. Yani O zamanlar çok halkla ilişkilerci yok. Alaaddin dernek kurmuş mesela 20 kişi falan kurucu. Şirket hiç yok, bizim ki ilk şirket. Çok bilinmiyor. Diyeceksiniz ki bugün biliniyor mu? Beni bir yarışmada sormuşlar ne iş yapar diye yarışmacı beni mimar yapmış.
Ama benim ümidim var! Bugün biraz biliniyor sanırım…
Yani o günlere dönecek olursak böyle bir şeyin içinde çalışıyoruz biz. Dolayısıyla çok müşterimiz yok. Bir tarafın dergisini yapıyoruz, o bizi biraz idare ediyor. Bir keresinde Vakko’nun bir defilesini yapmıştık. Böyle bir birkaç şey var.
Alaadin Bey derneğin başkanıydı çekilince yerine ben geçtim. Ben başkan olunca o çok şaşırdı neden beni başkan seçtiler diye. Gözümde bir ışıltı gördüler herhalde. Eve gidince çok düşündüm ve asıl sorunumuzun uluslararası olamamak olduğuna karar verdim. Yani Uzakdoğu için çok iyi ama Batıya göre yokuz. Batılaşmak için de, batılı olmak için de uluslar arası olmak gerekiyor. Çok iyi bir yönetim kurulum vardı. Dedim ki “Uluslar arası alanda bu işleri kim iyi yapıyor, bulalım, öğrenelim!” Çok soruşturdular çok aradılar. Mail yok, hiçbir şey yok. Çok araştırıldı ve nihayetinde dediler ki bana, “Amerika’da bilmem kim!?” varmış. Ben bir mektup yazdım ve bir adamın adına ulaştım ve bana dendi ki, bu işi çok iyi bilen bir adam var ama o Londra’da oturuyor, adresi de şudur… Adresinin aldım, mektup yazdım ve cevap geldi. Dedi ki, Uluslar arası bir halkla ilişkiler şirketi var İPRA. Ben oranın genel sekreteriyim. Hemen adama bilet yolladım. Buyurun dedim.
Şimdi Her şey derneklerle olmuyor. İnanıyorum ki insanın çok isteği varsa elini cebine atmasını bilmesi lazım. Hala buna inanıyorum. Her halkla ilişkiler şirketinin senede bir defa hiç para almadan bir yere servis vermesi lazım. Herkesin sosyal sorumluluk taşıması gibi. Evvela üye oldum, paramı ödedim, Londra’ ya geldim. Alaaddin’ de çok yardım etti. Türkiye’de bir otelde yapmakta olduğum bir olayı slaytlar eşliğinde anlattım. Slaytlarla anlatırken biraz İstanbul manzaralarını da verdim. Kıyamet koptu. Çıkarken Amerikalı bir PR’cı kadın vardı, dergisi vardı PR diye. O geldi yanıma ve dedi ki “Derhal bunun bana İngilizce olarak vereceksin bende dergide yayınlayacağım, böyle bir şey görmedim” deyince ben birden bire dünya üçüncüsü seçildim o olayla. Haa okey! Derhal İPRA’nın birinci toplantısını İstanbul’ a çevirmeye uğraştım. Başladım yürümeye.
Aradan on sene geçti. İstanbul’ a geldiler ya da ben gittim. Har şeyi yaptım ve dediler ki “Hadi seni yönetim kuruluna sokalım.” “Ne yapıyorsunuz çocuklar ben anne(Mother) olarak sürdüreyim!” “Yok!” dediler. Bir sonraki sene gittik ama başaramadık çok kuvvetli lobilerle karşılaştık. Brükselliydi başkan. Bana “Seneye olursun!” dedi, ben “İstemem artık” dedim… Ama o, “Sen değil Avrupa seçecek seni sesini çıkarma.” dedi… Ertesi sene İsrail’de idi toplantı. Baktım Avrupa ülkeleri beni seçmiş yönetim kuruluna. Valla bir şeyler yapıyorum, muhasebeyle ilgileniyorum hala gülüyorlar muhasebeden hiç anlamam… Ben bunlarla uğraşırken başkanın yerine birisi seçilirken şöyle bir olay oldu. Eğer aynı saatte, beş ülke, aynı insanı aday gösterirse o kişi başkan oluyor. Sabahlardan bir sabah ben başkan oldum. Birdenbire. Bana Bir sabah faks geldi ve beş ülke sizi aday gösterdi ve tayin edildiniz dendi. Doğrusunu isterseniz çok sevindim.
Başkanlığın ilk gecesi törenin İsviçre’de yapılmasını istedim. Bir yere gitmek istediğiniz zaman biraz kendinizden de vermeniz gerekiyor. Ben bunun Türkiye’ye layık hoş bir gece olmasını istedim. Hakikaten çok iyi oldu. Çetin Emeç’in kızı Bilge, Mozart’tan bir şeyler çaldı. Tamamıyla hakikaten Türkiye Cumhuriyeti’nin gecesi oldu. Elçi de orada ama Ali han’ın kızı da orada. Osmanlı Sultanları yani, çocukları da orada. Öyle bir hava yaratmak istedim ki orada, biz gelenekleri olan, tarihi zengin, kültürü koyu olan bir ülkeyiz. Bana mesela çok enteresan gelen bir şey vardır. Biz Hayrettin Barbaros’u büyük bir amiral olarak görüyoruz, Andrei Dorya’yı ise bir korsan. Ama bu onlarda tam tersi. Onlar Hayrettin Barbaros’u korsan, Andrei Doryayı ise büyük bir amiral olarak görüyorlar. Böyle, şaştı İngilizler… Sonra senemizi hoşgörü ve tolerans senesi ilan ediyorum. Kendi kendime her konuşmam hoşgörü atasözleriyle başlayacak, hoşgörü atasözleriyle bitecek dedim. Bütün kongrelerimde ana konum hoşgörü olacak, bir bütün sene.
Şimdi diyeceksin ki Nereden icap etti? Çünkü başkanlık da aynen bir iş gibi. Gene bir amacın olacak. Ona göre de bir stratejin olacak.
O sene bana madalyamı takarak dolaştım her tarafta. Üstünde İPRA yazılı arkasında Betül Mardin. 1995 President yazılı. İki sene sonra tüm başkanların toplandıkları bir komite vardı beni oraya başkan seçtiler. Dolayısıyla başkanların başkanı olarak devam ettim. İnanıyorum ki ötekiler benden gençtiler diye beni seçtiler. Fakat bunun ötesinde benim için mesleki olarak önemli olan şey 97’de beni üstat seçtiler. 20-25 kişi arasından böyle bir şey olmak çok güzeldi. Sonra beni Chicago’daki dünya kongresinde, dünyadaki en büyük beş halkla ilişkilercilerinden biri seçtiler. Dolayısıyla bir Türk kadını olarak bu tabi çok hoş bir şey… Bundan sonra tamamım ben diyorum. Ben artık kendi müşterimle uğraşayım.
İngiltere’de bombaların patladığı gün yaşam boyu başarı ödülü aldım…
Amerikalıların 2200 kişilik bir vakıfları var. Bizim ki gibi öyle 40- 50 kişilik değil. O 2200 kişi her sene bir uluslar arası kişiye Yaşam Boyu Başarı ödülü veriyor. 10. sene bu sene. 10. senenin enteresan tarafı 10 ödül birden verecekler, 6 kişisi zannediyorum Amerikalı seçilmiş, dört tanesinden biri İsveçli bir İngiliz seçmek istemişler. Onu seçince alınır diye bir de Fransız seçmişler… Onuncuyu bir Japon’a vereceklermiş, beklemişler, adam ölmüş. Oraya beni tavsiye ediyorlar, referans gerekiyor tabi, referans mektupları benim Belçikalıdan gitti, İsveçliden gitti, Yunanistan’dan gitti. Bütün bunların mektuplarını okuduktan sonra Temmuz’un 6’sında İngiltere’de bombalar patladı… Benim hiç ümidim kalmadı, Türk olarak ama tam o gece bir anda Amerika’dan bir telefon geldi. Dediler ki “Siz PR’ın yaşam boyu başarı ödülünü aldınız.” “Bu gece mi?” dedim. “Bizi hiç ilgilendirmiyor bunlar. Biz bu ödülü size veriyoruz!” bunu. Onun üzerine benden bir görüş istediler White Paper. Onu yazdım. Global şirketlerin Halkla İlişkiler olaylarını. Bunun için Tony Blair’in PR’ıyla gittim konuştum. Onun da okeyini aldım. Böyle bir şey olabilir dedi. Halkla ilişkilerci hala genel müdürün ya da başkanın yanında oturmuyor Türkiye’de ve de dünyada. Bazı ülkeler ve şirketlerde bu var da bazılarında yok.
Halkla ilişkilerci 3. göz, radar. Diyor ki dikkat et falan geliyor. Hazırlanalım diyor. Bunu kime diyecek. Onu genel müdüre diyecek.
Arabım, kürdüm, fransızım ve türküm…
Ben Arab’ım, Kürt’üm tabi ki Fransız’ım; benim bir büyük annem var Fransız. Ve bütün bunlar içinde kendimi Türk görüyorum. Atatürkçü görüyorum, Cumhuriyetçi görüyorum. İleriye dönüp böyle bakıyorum. Eskilerden aldıklarımı içimde harmanlıyorum ama ileri gidiyorum. Bu ileriye giderken insanların durmadan bana dirsek atmasına çıldırıyorum. Ve bunu görünce insanların kendilerine yeniden bakmalarını tavsiye ederim. Ben Türk olmanın dezavantajlarını da yaşadım. Bu tarih kitaplarından yanlış düşüncelerin gelişimiyle. Bilgisizliğin sonucunda bizi bilmemelerinden kaynaklanıyor. Bana bir Amerikalı müşterim şöyle demişti. “Türkiye en çok saklanan sırdı. Buraya bir defa gelen artık hep gelir.” Mesele onları buraya getirmektir, bizi tanımalarıdır. Bence o çok önemli, hakikaten Türk’ü tanımamalarına çok üzülüyorum. Çok şey kaçırıyorlar. Ailemdeki katı kurallar, onlar çok güzeldi ama öyle ikinci kız çocuğuna isim verememe. Tabi ki bu bana bir kamçı olmuştur. Ama diyorum ki o muydu kamçı yoksa ortanca olmak mı? Çünkü büyük kız güzel, ortanca kız komik diye bir laf vardır. Muhakkak komik laflarının bana çok büyük bir etkisi oldu. Her yasak bana çok daha büyük bir kamçı olmuştur. Şimdi artık yasak yok ya artık çok rahat çalışıyorum.
Çok utanarak söylemek istiyorum ki 24 senede doktor oldum, “Hanımefendi 24 senede ancak fahri doktor alabildi.” dediler. Aslında baktığınız zaman Türk kadınında bir ilerleme görüyorsunuz. İnsanların zaman zaman ümitsizliğe düştüğünü görüyorum. Şunu söylemek istiyorum: Töre cinayetleri bizim hakikaten en büyük dertlerimizden birisi. Aile içi tecavüzler falan, bunların hepsi önemli sorunlar. Ama biz bunu konuşabiliyor muyduk? Hayır. Şimdi konuşuyoruz. Şimdi bunu Mardin’de de konuşuyorsunuz, Urfa’da da, Diyarbakır’da da.
Yanımda çalışan bir kadın anlatmıştı. Köyde çalışırmış. Akşam yemekler yapılırmış, yer sofrasına konurmuş, önce erkekler yermiş. Sonra kalan yemekleri yemek için kadınlar otururmuş. Kadın çalışıyor çalışıyor, parasını Kastamonu’ya gönderiyor. Köye geldiğinde aynı şeyi yapıyorlar. Diyor ki, “Erkekler sofraya oturunca ben de oturdum diyor, iki dirsek vurdum, attım kaşığı yemeye başladım. Böyle baka kaldılar. Bu yemeklerin parasını ben kazanıyorum, dedim. Sonra hatalarını anladılar. Hanımlar gelin oturun, dediler ve hep beraber yedik.”
Bu olay 20 sene evvel olmuş. Bu hanım 35 senedir yanımda çalışıyor. Benim böyle âdetlerim var; yanıma giren birisi hep orda kalır. Hayatımda çok farklılıklar oluyor ama bazı şeyleri hiç değiştirmem. Neyse, işte bu kadın da bunu söyleyebilmiş. Dolayısıyla diyorum ki hep sızlanmayla olmuyor. Biraz da ümitlenelim canım. Biz hâlâ Nobel alamıyoruz. İlim ve bilim üzerine çalışmamız lâzım. Bence problemimiz asıl bu. Yani avukat da oluyoruz, doktor da ama bazı meslekleri sadece erkeklerin yapabileceğini düşünüyoruz. Meselâ bir işim olsa bu nasıl oluyor diye bir erkeğe soruyorum. Benim bile vergicim erkektir, o işlere bakmam bile. Hâlbuki normal olarak insanın vereceği vergiyi de bilmesi lâzım, haklarını bilmen lâzım. Ama bunlarla ilgilenmiyoruz. Kolayımıza mı geliyor galiba. Yani biz çok güzel yemek yapalım, çocuk bakalım, evi temizleyelim, başka şeyle uğraşmayalım.
Türk kadını biraz şımarıyor
Türk kadını biraz şımarıyor. Herhalde çok duyuyorsunuzdur, kocası ölmüş bir kadının eli ayağı bağlanıyor. Çünkü her şeyini kocası yapıyordu. O ölünce ortada kaldı. Tabii ki okullardan başlamak gerekiyor bunları öğretmeye. Biz de o da yoktur. Benim bu hafta Bilgi üniversitesinde hukuk dersim var; halkla ilişkilerde hukuk. Yahu çıkıyorsun bu okuldan şirket kuracaksın. Şirket nasıl kurulur biliyor musun? Bir müşteriyle anlaşacaksın, nasıl bir kontrat yaparsın biliyor musun? Kimse bilmiyor. Babasına işe gittiğini söylüyor da hayırlı işler diliyor. Babam bana sonunda ne iş yaptığımı bilmediğini itiraf etti. 84’te vefat ettiğinde ben bir dünya kongresinden dönmüştüm. O işimi biraz farklı algılıyordu. “Gidiyor kadın konferans dinliyor.” Tabi yani erkekler konuşurken kadın biraz zor konuşurdu, çocuklar da konuşamazdı. Ben hakikaten bunları bilmiyorum, yani neden bugünkü kadın benim zamanımdaki kadın gibi hareket ediyor onu anlamıyorum. Hakikaten kafasını işletse Türk kadınının önünde hiçbir mani yok artık.