Vaha El-Raheb
Sinema Yapımcısı-Yönetmen-Aktris
KADININ ÖZGÜRLEŞMEDİĞİ TOPLUM ÖZGÜRLEŞEMEZ
İlk Suriye filmi 1928’de yapılmış, o günden bu yana sadece 150 film çıkmış Suriye’den. Sinema endüstrisinin bu kısırlığı ise ülkenin baskıcı yönetimine bağlanıyor. Ülkede filmler ancak devlet tarafından kurulan Sinema Enstitüsü tarafından destekleniyor. Tabii burada yer alacak sinemacılara da devlet karar veriyor. Bu enstitünün ise erkek egemen bir kurum olması kaçınılmaz, ama yine de bir kadın sinemacı bu enstitünün üyelerinden: Vaha EL-Raheb. Özellikle 2003’te yaptığı “Dreamy Visions”(Hayalî Görüşler) filmiyle yönetmen ve senarist kimliğini pekiştiren Raheb, aynı zamanda tiyatro ve TV dizilerinde oynayan bir aktris… Onun hakkındaki ilk intibaımız, görüntüsünü önemseyen bir sanatçı olduğuydu. Ancak sohbetin ilerleyen aşamalarında entelektüel yönünü güçlendirmeye görünümü kadar önem veren bir sanatçı ile karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Derin konuşmalarımız sırasında okuldan gelen 5 yaşındaki kızını gördüğünde Vaha’nın “Ya habibi, ya hayati!..” diyerek konuşmayı bırakıp inanılmaz bir sevgi ve özenle kızına sarılması ise unutamayacağımız tablolardan birisi oldu.
Amcam (Allah rahmet eylesin), hem meşhur bir papaz hem de Arap dünyasında tanınmış Suriyeli bir hikâyeciydi. Arap ülkelerinden pek çok ödül aldı. Babam ise hikâyeci, yazar, ressam ve aynı zamanda diplomattı. Çok fazla yolculuk yapardı.
Sanırım sanata olan ilgimin sebebi anlaşılmıştır. İdeallerimi gerçekleştirebilmek için ilk olarak Suriye’de güzel sanatlar akademisine girdim. Buradaki eğitimim sırasında ilk yıl tiyatro oyunculuğu tecrübem oldu. Yeteneğimden ötürü kısa zamanda bana başrol oyunculuğu verdiler. Rol aldığım oyun, Arapların İsrail ile savaşından bahseden, Emir Habibi’nin yazdığı bir oyundu. Bu şekilde oyunculuk dünyasına girdim. Bundan sonra Muhammed Malas’ın yönetmeliğindeki “Şehir Rüyaları” isimli sinema filminde oynadım. Bu filimle birlikte kendimi keşfettim. Artık her şeyden çok sinemaya aittim.
Sinema aslında bütün sanat dallarını içeriyor: resim, müzik, edebiyat, oyunculuk… Sinemanın yapısı bütün sanat dallarından ayrı olduğu gibi, hayatın ve insanlığın ifadesi için daha seçkin bir araç. Sinema insanı bir kaç saat boyunca başka şeylerden uzaklaştırıyor. Sizi başka bir dünyayla baş başa bırakıyor. Ancak televizyonda 30 saat boyunca 30 ayrı yerde oluyorsun.
Güzel sanatlarda doktora eğitimimi yapmak için Fransa’ya gittim ve orada sinema yönetmenliği okudum. Sinema ve iletişim üzerine yüksek lisans diploması aldım. İlk filmimin senaryosunu orada yazdım. Daha eğitimimin başlangıcıydı ama hocamız yazdığım ilk bölümü çok beğendi ve senaryoyu tamamlamam için bana destek oldu. Bu ilk filmimin adı “Tercihim Yok!” idi. 1987 yılında Tunus’ta, Klibya festivalinde gösterildi. Festival ikincilik ve takdir ödülü kazandı.
Aslında kimse yönetmenlik konusunda beni desteklemedi. Sebep kadın olmamdı. İnsanlar, yönetmenliğin erkek mesleği olduğunu düşünüyorlardı. Bana diğer sanatlarla ilgilenmemi söylediler. Festivalde aldığım ödül, benim için bu yüzden çok anlamlıydı. Çünkü bu sayede bu işin sadece bir erkek mesleği olmadığını ispat etmiştim. Bu ödül aynı zamanda bu alanda çalışmam için motivasyon sağladı.
Fransa’daki eğitimimi tamamladıktan sonra Suriye’ye döndüm. Kültür bakanımız o dönemde bayan Necah Attar idi. Benim için sinema müessesinde bir koltuk ayırdı. Çünkü beni tanıyordu. Diplomat olan babamı da tanıyordu. Ayrıca eğitimim ilk yılında ödül aldığımı biliyordu. Aslında burası müesseseden olanlar için ayrılmış bir yerdi.
Suriye’deki ilk filmim; birbiriyle bağlantılı, iç içe geçmiş hikâyeleri içeren “Ninelerimiz” adlı bir filmdi. Bu film kadının hikâyesiydi. Arap kadınının durumunu anlatıyordu, kadın suretlerinin toplamıydı. Aynı zamanda eski efsanelerden ve bunların modern versiyonlarından oluşuyordu. Efsanelere güre kadın; iyiliğin ve aşkın timsali, savaş ve barış için bir sembol… Bütün bu semboller hayatı özetler.
Arap Kadını her zaman ilgi alanımdı. Fransa’da mezun olduğum zaman “Suriye Sinemasında Kadın Sureti” isminde bir kitap çıkarmıştım. Klibya’da ödül alan, ilk filmim Tercihim Yok’ta da baskı toplumunda yaşayan bir kadının hikâyesini anlatmıştım.
Kadınlarımız! Her işi onlar görüyor. Tarla, ev, çocukların terbiyesi, evin temizliği… Erkeğin kendisini kıyasladığı şey ise ona bakıyorum düşüncesi. Tabii ki erkek çok yüksek miktarda bir başlıkla evleniyor. O da annesine araba ya da herhangi büyük bir şey alıyor.
“Ninelerimiz” filmini tamamlayınca bronz ödüle lâyık görüldüm. Daha sonra “Hayal Görüşü” adlı yeni bir filmin çalışmalarına başladım. Bu filmde yine kadının ve erkeğin kadına bakışı üzerineydi. Ama başlangıçta hikâyeyi çok beğendiklerini söyleyen yapımcılar beni 7 sene boyunca bekletmeyi tercih ettiler. Bana göre bu film hiçbir sebep yokken; sadece yapımını bir kadın tek başına yapıyor diye bekletildi. Filmimi oluşturan fikirlerin aynısı bazen bir adamdan da çıkıyor. Meselâ dizilerde benim yazdıklarıma yakın senaryolar çekiliyor. Ama maalesef bir erkeğin söyleyebildiği fikirleri bir kadın söyleyince durum farklı oluyor. Sırf bu sebepten dolayı beni 7 sene cezalandırdılar. Sonra idare değişti. Yeni müdür geldi. Düşünce sistemi değişti. Senaryoyu kabul ettiler ve film yapıldı. Elhamdülillah; filmim önemli ödüller ve muhteşem bir beğeni kazandı. Bu filmi bütün Arap ülkelerinde gösterdik. Mısır, Tunus, Fas, Suriye, Dubai gibi bir çok bölgede… Bana göre bu ödüller diploma gibiydi. Erkek mesleği olduğu söylenen bir meslekte, bir kadının hakkettiği yer idi. Erkeklerin yaptığı bütün işleri kadınların da yapabileceklerinin ispatıydı.
Hayal Görüşü” filmimin senaryosuna Sinema Müessesinden kabul beklediğim 7 yıl boyunca televizyon için çalıştım. Telefilmle, televizyon filmleriyle meşguldüm, iki film yaptım. Biri Riyb Hanna’nın yazdığı “Mavi Boncuk” filmiydi. Bu film 97’de Kahire film festivalinde gümüş ödül aldı. Benim yaptığım en iyi film ödülünü aldı. Sonra yine bir televizyon filmi yaptım. Rafi Vehbi’nin kitabı “Sina’nın Tepesindeki Çanta”yı film yaptım. O da 99’da Kahire uluslararası film festivalinde en iyi çalışma dalında gümüş ödül aldı. En iyi yönetmenlik dalında da altın ödüle aday gösterildi. Bundan başka “Fakir Ev” adında 7 bölümlük bir dizi film yaptım. Bu, Delearrahibi’nin bir eseriydi. “Fakir Ev” dizisini çok sevdim. Fakir bir evden bahsediliyor ve burada da ana mevzu kadın. Kadının kanunî, toplumsal, psikolojik sorunları anlatılıyor. Kadına uygulanan şiddetten bahsediliyor. Ancak bu filmle hiçbir festivale katılmadım çünkü; kısa metrajla uzun metraj arasında bir şeydi. 7 bölümdü. Halk tarafından büyük beğeniyle izlendi. Bundan başka “10 Kısa Bölümlük Çocuk Dizisi” isminde bir dizi çektim. Bu da, 2004’te Kahire festivalinde altın ödül aldı. Bütün yapımlarım bunlar. Yine, Suriye televizyonunda gösterilen yapımı ve yönetmenliği bana ait “Karışık Yol” filmi var. Ayrıca sinema müessesinde çalışmalarım oldu. Tabii bütün bu anlattığım filmlerin bir kısmı “Hayal Görüşü”ne onay beklediğim 7 yıllık süreçte, bir kısmı da sonrasında oldu. Meselâ “10 Kısa Bölümlük Çocuk Dizisi” bu film ödül aldıktan sonraydı.
“Kadın, erkeğe göre daha karmaşık bir zulme maruz kalıyor…”
Uzun zamandır gayri ihtiyari olarak kadın mevzusundan başka bir şey düşünemiyorum. Bu, her zaman zülüm gören taraftan yana olduğum için olabilir. Kadın, yapısı icabı erkek gibi zulüm görüyor bütün dünyada. Zulüm, toplumda iki tarafa eşit olarak uygulanıyor. Ancak kadın daha karmaşık bir zulme maruz kalıyor. Meselâ erkek toplumdan baskı görüyor ve baskı görmesinin acısını kadından çıkarıyor. Belki bu şekilde yetiştirildiği için veya kanunların ataerkil yapıya sahip olmasından ötürü böyle yapıyor olabilir. Erkeğin kadına üstün olması, toplumda kadının yerinin daha alt seviyelerde olması, ev işi ve çocukların terbiyesi için duvarların arasında hapis olması kadının daha fazla zulüm görmesine sebep oluyor. Ben toplumdan soyut filmler çekmedim; işte bunları anlattım.
Kadın toplumda eza görüyor. Şüphesiz, bir çok hakkını da kazandı. Özellikle geçmişle kıyaslandığında şu anda daha iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz.
“Köleleştirilmiş kadın hür çocuklar yetiştiremez…”
Kadını olduğu gibi bırakırsak biz de yerimizde sayarız. Kendi çekirdeğimizi kıramayız, farklılaşamayız. Çünkü tabiatına aykırı davranan kadın toplumun gerilemesinin tohumlarını tekrar ekecektir; böylece toplum da gerileyecektir. Çünkü yetiştirdiklerini, kendilerine muamele edildiği gibi yetiştirecektir.
Kölelik duygusu ve aşağılık duygusuyla beraber gerileme olacaktır. Çocuklar özgür olamayacaktır. Benim görüşüme göre; kaybedilen şey geri alınamaz. Köleleştirilmiş kadın hür çocukların tohumunu veremez.
Gerilemiş, aşağılık duygusu hisseden kadınların bulunduğu toplumda, kadınlardan önce erkeklerin özü değişecektir. Bu erkekler baskı altında, köleleşmiş, aşağılık kompleksi hisseden, aciz insanlar olacaktır. Kendi şahsiyetlerini özgürleştiremedikleri gibi vatanlarını da özgürleştiremeyen evlatlar olacaklar. Çünkü benim kanaatime göre topraklarımızı özgürleştiremeyişimizin esas sebebi budur. Bu geri kalmış erkek zihniyetinin hâkimiyeti, gerçek bir ümmet birliğinin, bir devlet oluşumu düşüncesinin ya da bir Arap ümmeti birliğinin oluşumu önünde engeldir.
Ataerkil düşünce tarzı parçalanmış, küçük şeyleri düşünebilir. Bir ümmete, bir devlete aidiyeti engeller. Akıl, aşirete ait olur o zaman; kabileye belli bir taifeye ait olur akıllar. Bir devlete, bir vatana, bir ümmet düşüncesine bağlanamaz. Bağımsız bir oluşumun, büyük bir birliğin oluşumunu engeller. Buna müteakip şunu söyleyebilirim ki; kadının özgürleşmediği toplumun özgürleşmesi gerçek ve özlü bir şekilde olmaz.
“Kadının annelik yönünü fazla kutsallaştırdılar…”
Oyunculara rol verdiğim zaman kadını bizim sunulmasını arzuladığımız gibi sunmadım. Sahte bir sunuşa gitmedim. Olduğundan farklı göstermedim. Bence kadını hep annelik vazifesi çerçevesinde, semboller çerçevesinde sunmakla hata yaptılar: “Kadın sadece anne olduğu için mukaddestir ve şehitlerin üstündedir. Kadın annedir, yücedir, kutsaldır, üstündür…” dediler. Bu konudan kitabımda da bahsettim. Kadının rolünü sadece annelik eğiticilik vasfına hapsettiler. Duyguları hisleri olan bir insan olduğunu görmediler. Oysa kadın da sevebilir, nefret edebilir, erkeğin hayatındaki zıtlıkları yaşayabilir. Şahsen ben, oyuncu olarak kadının durumunu yüceltmeye, gerçekleri abartmaya çalışmadım. Çeşitli farklılıklarını göstermeye çalıştım. Zayıfını, kuvvetlisini, kötüsünü, iyisini göstermeye çalıştım. Hatta diyorum ki; onun sadece kutsal kadın, yüce anne olduğu doğru değil. O da herkes gibi seven, nefret eden, korkan bir varlıktır. Bu yüzden toplumda yanlış bir muamele gördüğünde, işkenceye maruz kaldığında yaşadığı topluma kötü şeyler vermeye başlar. Toplum buna sebep olduğu için, kadının yaptıklarından bizzat sorumludur. Kadının çocuklarını kötü şeyler üzerine yetiştireceği kötü ortamlar oluşturmasından bizzat toplum sorumludur. Bir oyuncu için önemli olan şey rolüne odaklanmasıdır. Kadını oynarken, onun insanî tarafları da olduğunu, kendisini müdafaaya yöneldiğini unutulmamalıdır. Kadın kötü karakterli, çirkin bir insansa genellikle bunun sebebinin toplum olduğu unutulmamalıdır. Ben filmlerimde şunu demeye çalışıyorum: “Bu sebepler işte bu sonuçlara ulaştırdı. Kadın meselesini oluşturan sebepleri çözün. Kadın sorunlarını çözün ki daha iyi sonuçlara varalım. Kadının özü, hayattaki üslubu değişsin.